İncecik bir kadındı annem. Dünyaya üç çocuk getirmesine rağmen, belki de tam bu yüzden, bizi tek başına büyüttüğünden incecikti. Ortaokula geçene kadar çantalarımızı her okul günü sırtında taşıdı. Onun hayat hikayesini bildiğimden olsa gerek, ömrü boyunca güzel başı bir gün huzurla yastığına kavuşmuş mudur hep merak ederdim. Bunu kendisine hiç sormadım, cevabını duymaya cesaretim yoktu. Hatta bugünden geriye baktığımda onunla olan ilişkimde var olan en hâkim duygu korkuydu. Hatırlıyorum, küçük bir çocukken Ankara’nın erken kış akşamlarında annem bazen yemekten önce markete giderdi, pencerenin kenarında gözümü sokaktan ayırmadan gelmesini beklerdim. Biraz olsun gecikirse bir daha gelmeyeceğinden korkar, ağlamaya başlardım. Köşeden döndüğünü gördüğüm an ağladığımı fark edip üzülmesin diye gözyaşlarımı hızlıca silerdim. Annem çok fazla üzülüyordu, bir de ben üzemezdim.

Onu yatağında buz gibi bir vaziyette bulduğumda ne hissettiğimi tam olarak anımsayamıyorum. Uzun uzun saçlarına baktım, hatrı sayılır bir süre dokunmaya korktum. O kadar soğuk görünüyordu ki ellerimin donmasından korktum. Parmaklarımın ucunda onun sıcaklığı kalsın istedim. Ellerine en son dokunduğumda hissettiğim duyguyu avuçlarımın içinde tutmak istedim. Sadece beline kadar uzanan ve artık neredeyse hiç siyahı kalmamış bembeyaz saçlarını izledim. Bizi yatak odasında o halde ablam bulmuştu. Beni omuzlarımdan tutup sarstığında kendime gelebildim. Sonraki birkaç saat sanki dünyanın yerel saati büyük delikli bir kum saatiydi. O gece üç kız kardeş eve annemsiz döndük. Gözlerimiz önümüzü göremeyeceğimiz kadar bitap düştüğünden olsa gerek, kapıyı açmakta zorlandık. Annemle babamızdan öğrendiğimiz gibi birbirimizle konuşmuyor, sarılıp yere yığılmıyor, feryadımızla mahalleyi ayağa kaldırmıyorduk. Kör bir bıçakla ruhumuzun nasıl oyulduğunu izliyorduk, acının kendisi yetiyordu, bir de gürültüsüne gerek yoktu.

Ablam sessizliği bozarak “Uyuyamayacaksınız biliyorum ama en azından biraz uzanın kızlar, yarın hiç değilse ayakta durabiliyor olmamız gerekecek. Bade hadi yavrum, sen bir de yoldan geldin.” dedi. Bade sessizce odasına çekildi, ben de annemi en son hayattayken gördüğüm koltuğa uzanıverdim. Annemin en son ayaklarını uzatarak baktığı yerden bakmak istedim evimize, dünyaya. Onun dünyası hem bu kadardı hem de buradan çok daha fazlasıydı. Dışarıda cırcır böcekleri susmak bilmiyordu, mevsim yazdı. Nasıl hepsinin aynı aralıklarla öttüğünü düşündüm. İçlerinden birinin ritim duygusu ya da müzik kulağı yoksa veya kazara bile olsa bu koronun nizamını nasıl yerle bir etmediğini. Birden her şey gözüme çok düzenli göründü. Salonun ortasında öylece duran ve kimsenin alıp yerine koymaya tenezzül etmediği sehpalar, bozulmuş koltuk örtüleri, elektrik faturası fazla gelmesin diye yalnızca öğle sıcağında birkaç saatliğine açılan; hasbelkader alınmış klima, annemin çizdiği duvarda asılı yağlı boya tablolar, annemin muhtemelen yatak odasına giderken düşürdüğü gözlüğü, halının üstüne dökülmüş birkaç tel beyaz saçı, üzerine artık miadını doldurmuş televizyonu koyduğumuz; annemin doğduğu evden getirdiği büyük çeyiz sandığı, annemin irin dolu bir yara gibi çocukluğu, defalarca kez kırılmış genç kızlık gururu, diz boyu karda kilometrelerce yürüyerek gittiği ama yine de çok sevdiği okulu, annemin adı batasıca babası ve mezarında toprağı bile küstüren annesi. İşe yaramaz ağabeyi. Merhem olur diye medet umduğu evliliği. Annemin yağmurdan kaçarken tutulduğu dolular. Her şey nizama uygundu ama ben bu kırk yıllık çeyiz sandığından ölesiye nefret ediyordum. Doğruldum, sandığı sürüyerek dışarı çıkardım. Annemin kalbi de böyle ağırlaştığı için mi durmuştu? Annem küçük bir kız çocuğuyken, henüz benim annem değilken, onu uykularından sıçrayarak uyandıran pis eller de dokunmuş muydu bu sandığa? Doğduğu evden uğurlarken onu ananem, ömrü boyunca kocasına dur demeyen dudaklarıyla okuyup üflemiş miydi bu sandığa? Biricik kızı yuvadan uçarken yıllarca yumduğu gözlerinden yaşlar akmış mıydı bu sandığın üstüne?

Nihayet sabah oldu. Annemin cenazesi öğle namazına müteakip kaldırılacaktı. Baş sağlığına gelen herkes kapının önünde duran sandığın neden orada durduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Ablam ve Bade gece sesleri duymuş olacaklar ki durumu yadırgamadılar. Komşu kadınlardan biri içli içli Yasin okurken, “Abla şu sandığı ne yapalım, insanların eve girip çıkmalarını engelliyor.” diye sordu Bade. Annem sure okunurken konuşulsun istemezdi. İşaret parmağımla ona “Sus.” işareti yaptım. Ablam mutfakta gelen misafirlere yemek ayarlamakla meşguldü. Onun böyle zamanlarda gösterdiği soğuk kanlılık ve görev bilinci beni her zaman tedirgin ederdi. Nitekim ablam evin babası olduğu için ancak üç ay sonra annesi ölen bir kız çocuğu olduğunu hatırlayacak ve mutfakta tabak çanak ne varsa kırarak sinir krizi geçirecekti.

Bahçede ellerimizi açmış hanımeli kokularının içinde komşu kadının dualarını dinlerken, sokağın başından bir adamın ağır adımlarla eve doğru geldiğini gördüm. Yaşlı ve çirkin bir adamdı. Gözlüğüm evde kaldığından kim olduğunu seçemiyordum. Biraz yaklaştığında gelen kişinin dedem olduğunu anladım. Bir keresinde annem ve babam onu kafasında koca bir bandajla eve getirmişlerdi. Kahvehanede köyün erkeklerinden sağlam bir dayak yemişti. Başımda tülbentle boğazına sarılamayacağımı düşündüğümden mi bilmiyorum, yavaşça tülbenti saçlarımdan indirdim ve yere bıraktım. Bade ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Köyün sapığı Mehmet’in kızı Sevim’in çocukluğuyla birlikte kapı dışarı edilen sandığa baktım, bahçe kapısından dışarı çıktım. Komşu kadının sesi kısa bir an kesildi. Dedemin boğazına sarıldığımda dua sesleri yerini çığlık ve bağırışlara bıraktı. Bade oturduğu sandalyede kilitlenmiş, sadece ağlıyordu. Ablam mutfakta pideleri bırakıp koşarak bahçeye geldi.

Kendime geldiğimde hastanenin acilinde bir sedyedeydim. Uykuyla uyanıklık arasındaki evredeyken annem hiç ölmemiş gibiydi. Yatakta doğruldum ve annemin ölümünü hatırladım. Küçükken acil sedyelerinde, hastane koridorlarında ellerimi tutup beni göğsüne yatırışını hatırladım. Babası gibi pis kokan hastane odalarına rağmen annemin hanımeli kokusunu hatırladım. Annemin ruhu kalın bir yumak pamuk gibiydi. Büyüdükçe boyum onun ruhuna yetişti, ellerimi yumaktan içeri daldırdığımda bulduklarım beni yaralamıştı. Yetişkin bir kadın olduğumda, annem gibi, ablam gibi, kız kardeşim gibi eskitilmiş ruhumun yamasıyla yaşamaya alışmıştım.

Artık ruhumda yama tutmayacak kadar büyük bir boşluk vardı.

 

İnci gibi işliyorum iğneleri yastığına

Saklanıyor gözlerin hep bir günahın arkasında

Hançeri soksam sen gibi sessiz

Rüyanda bir el belli belirsiz

Sen de bil nasıl buruk his