Hazal’la Facebook’tan tanıştım. İkimizde psikolojik hayatlar diye bir gruba kaydolmuştuk. Bol bol özlü sözlerin ve ünlü erkek psikologların fotoğraflarının paylaşıldığı bir gruptu. İşten eve otobüsle dönerken elime telefonumu alıp okurdum bütün sözleri. Erkekler dikkatimi çekmezdi. Bakmazdım fotoğraflarına. Ama hoşuma giden sözleri beğenirdim. Bir gün Hazal da bir özlü söz paylaştı. Söz ona mı aitti yoksa bir psikoloğa mı aitti bilemiyorum, yani hatırlayamıyorum daha doğrusu. Ama beğendim. Keşke beğenmeseymişim.
Beğenmemin üzerinden daha dakika bile geçmeden bana bir mesaj gönderdi, Hazal. “Gönderimi beğendiğiniz için teşekkürler.” Şaşırdım ilkin. Yani zaten birileri beğensin diye paylaşmadı mı ki o sözü? Niye şimdi bu teşekkür? Anlamadım. Gidip kontrol ettim, ilk beğenen ben miyim diye? Yooo başka beğenenlerde vardı. Belki sadece kibarlık yapıyordur, diye düşündüm. Ya da belki profilimdeki bana ait olan fotoğrafları çok beğenmiştir, benden hoşlanmıştır ve konuşmak istiyordur, dedim kendi kendime. Olamaz mı yani? Heyecanlandım da bir yandan. Bir kadın benimle konuşmak istemiş olabilir, diye düşündüm.
Gidip ben de onun profiline baktım. Çok fazla fotoğrafı vardı ve hepsini inceledim. Bu kadar fazla fotoğrafı olduğu için sahte bir hesap olamayacağını düşündüm. Ayrıca arkadaşları da çok fazlaydı. Yani bana öyle bir mesaj atmasının nedeni yalnızlıktan dolayı can sıkıntısı da olamazdı. Ama cidden çok güzel bir kadındı. Simsiyah saçları vardı, beline kadar uzanan. Gözleri bildiğim bütün yeşillerin karşımı gibiydi. Tabii günümüzde çok fazla uygulama var kadınların veya erkeklerin kendilerini güzel göstermesini sağlayan. Yine de hoşuma gitmişti görüntü. Biraz kalçası hafiften büyüktü ama sonuç olarak vücut hatları mükemmeldi. Hemen gidip cevap yazdım: “Rica ederim, güzel bir sözmüş.”
İşte bu mesajıma saniyesinde cevap vererek, başladı anlatmaya. Aslında psikoloji öğrencisiymiş Ankara’da. O yüzden böyle daha bir sürü söz biliyormuş. En sevdiği psikolog Carl Rogers’mış. Çünkü hümanistmiş Rogers. İnsanın özünde iyi olduğunu savunurmuş. En sevmediği psikolog ise Freud’muş. Freud kokain bağımlısıymış, narsistmiş, cinsiyetçiymiş de falan filan… O kadar sıkıcı şeyler anlattı ki bana o güzel gözlerinin hatırına okudum sadece yazdıklarını. Arada bir “aaa ilginçmiş” şeklinde cevap verdim sadece. İnsanlar ne kadar boş şeylerle dolduruyorlar akıllarını. Anladık psikologsun da ne gereği var bu kadar insanı tanımaya, sevmeye, sevmemeye? Altı üstü ileride yapacağın tek şey sadece insanlarla sohbet etmek olacak işte. O zaman da bunları mı anlatacaksın yani? Şu bunu savunmuş, bu ona karşıt olarak bu ekolü getirmiş, bu insana dair bazı şeyleri buz dağına benzetmiş… Hayır bir de niye buzdağı ki? Normal bir dağ olmuyor mu mesela? Ya da volkanik dağlar falan? Garip, boş işler gerçekten.
Sonra da birdenbire aklına ben geldim sanırım, “Siz ne işle meşgulsünüz?” diye soruverdi. Ya da parmakları falan yoruldu herhalde. Dedim, “ilk olarak şu sizi bizi atalım” Gülücük atıp, “olurr” dedi. Bir sevindim bir sevindim anlatamam. Tabii bir yandan da kendimi anlattım, özel şirkette bir asistan olduğumu, bol bol bir şeyler yazdığımı, parmaklarımın tırnaklarımın hep mürekkep olduğunu, ona buna bir şeyler imzalattırdığımı, yaşımı ve ikimizin de aynı şehirde yaşadığını falan söyledim. Bu seferde anlatmaz mı benim büyük amcamda tıpkı senin gibi asistandı, diye. Yok adamı kandırmışlar, saçma sapan cemaatlerin içine sokmuşlar, şu an hapisteymiş, büyük şirketlerin ayak işlerinde çalışmak çok riskliymiş falan filan… Yahu anladık konuşmaya, muhabbet etmeye çalışıyorsun da bu şekilde mi? Bana ne senin amcandan? İlk defa tanıştığın bir insana neden böyle şeyler anlatırsın ki? Dayanamayıp; konuyu değiştirmek adına, “Çok haklısın ya bu işler çok riskli. Senin burcun neydi bu arada?” diye sordum. İşte sormamam gereken bir soruymuş meğerse.
Bir psikoloji öğrencisine böyle bir soru sormak hareket sayılırmış. İnsan davranışını, gezegenlerin birbirlerine göre konumları belirlemezmiş. Kültür, aile, toplum, gen ve hatta evrim belirlermiş de gezegenler, uzay ve güneş sistemi belirlemezmiş. Yahu bana ne? Azıcık muhabbet edicez niye işin bokunu çıkarıyorsun, falan demek istedim. Ama onun yerine “ya kusura bakma ben de zaten bu konulara karşı genel görüşünü merak ettiğimden sordum”, dedim. Çünkü yaklaşık altı yıldır bir kız arkadaşım yoktu. Öpüşen, koklaşan, sarılan, konuşan, bakışan ve hatta mesajlaşan çiftleri gördükçe ağlamam geliyordu. Belki bu kızla uzun süreli olmasa da kısa veya tek gecelik bir şeyler yaşayabilirim, diye düşündüm. Ayrıca kız çok güzeldi. Sürekli kendi fikirlerinden bahsetmesi dışında bir sorun yok gibiydi. Ki sonuçta sanal bir ortamdan konuşuyorduk. Yüz yüz gelince biraz daha utanır biraz daha sessiz olur diye düşündüm ve ona dedim ki: “Sanırım kırdım seni, gönlünü almak için sana bir kahve ısmarlamak isterim. Yarın buluşmak ister misin?” Bu sefer de demez mi? Ben kahve içmem, diye. Yok zararlıymış, çarpıntı yapıyormuş, erken menopoza sokuyormuş, bir sürü hastalığı tetikliyormuş falan. Ama neyse ki bu sefer konuyu fazla uzatmadan kahve yerine çay içsek olur bence, dedi. Tamam dedim, ben de uzatmamak için. Yarın için bir mekan belirledik. Bir çay bahçesini önerdi. Olur, dedim. Bir de saat belirledik.
*
İş çıkışı gittim mekana. Tabii çok heyecanlıyım. Otobüste gelirken de bir ton terledim. Neyse o kadar da kötü kokmuyorumdur herhalde, diye umut ederek vardım mekana. Üstü açık bir yerdi. Birkaç tane masa, masaların her birinin etrafında da üç dört tane tabure vardı. Öyle entel dantel değil de basit bir yerdi. Otobüsün kalabalığı, iş yerindeki insanların gürültüsü derken böyle sessiz sakin bir yere gelmek rahatlattı beni. Üstelik yaz aylarına da ufak bir giriş yaptığımız için günler uzun hava açıktı. Ayrıca ne o öyle tepiş tepiş… İnsanlar bir arada yaşamaya niye bu kadar meraklılar ki? Anlayamıyordum. Gittim oturdum bir masaya. Üstümdeki gökyüzü, yaşadığım bu beton şehrin denizi gibiydi. Rahattı. Hatta o kadar rahattı ki doğru düzgün bulut bile yoktu. Kuş bile yoktu.
Ben oturunca bir adam geldi içerden. O benim oturduğum masaya doğru yürürken, etrafta hiç kimsenin olmadığını fark ettim. İşte biraz korktum o an. Yani o kız niye böyle bir yer önerdi ki? Sessiz, sakin, tenha… Kötü bir şey mi yapacak acaba, diye düşündüm. Zaten benimle de çok fazla ilgili değil miydi ki? Yok ya benimle değil kendiyle ilgiliydi o, dedim kendi kendime. Hep kendinden bahsetmişti. Kendi fikirlerinden, yaşantısından ve hatta amcasından… Ayrıca ben ona dedim buluşalım diye. Hem kötü bir şey olacağını düşünürsem, tuvalete diye kalkıp çeker giderim, diye ekledim içimden.
Aynı anda garsonun sesini duydum: Hoş geldiniz, bir şey alır mıydınız? İsterseniz içerden menüyü getirebilirim? Yok, dedim, almayayım. Bir arkadaşımı bekliyorum o da gelsin beraber sipariş veririz. Garson olur anlamında kafasını sallayıp, içeri gitti. Ben de Hazal’ın gelmesini bekledim. Çıkardım telefonumu cebimden. Açtım Facebook’u başladım okumaya. Erikson, Freud, Maslow, Goldstein, Watson, Pavlov, Skinner, Bandura, James, Wundt, Jung… her birinden en az birer cümle okudum ve her birinden en az birinin gönderisi beğendim. Ama Hazal hala gelmemişti. Kesin ekildim, diye düşündüm. Boş yere o kadar telaş yaptım, dedim kendi kendime.
Derken Hazal geldi. Ama o nasıl bir geliş? Tak tak tak tak diye yürüyerek… Her tak sesinse upuzun saçları vücudunun üzerinde adeta dans ediyordu. Üstüne yemyeşil bir elbise giymişti. Elbise vücut hatlarını o kadar güzel gösteriyordu ki, adeta kalemle çizilmiş gibiydi. Mükemmeldi. Ben en azından fotoğraflarda biraz oynama yapmıştır diye düşünmüştüm ama o fotoğraftakilerden çok daha güzeldi. Etrafta kimse olmadığı için hemen gelip, karşıma oturdu. İlk başta Merhaba dedi. Ben de Merhaba dedim. Elimi uzatıp sıkmak istedim, ama cesaret edemedim. Ayrıca ondan böyle bir istek de gelmediği için yanlış anlayabilir diye düşündüm. Birbirimize bir on saniye öyle gülerek baktık, işte dedim tam da tahmin ettiğim gibi. Yüz yüze gelince çekindi. Ama yok öyle olmadı.
O on saniyenin bitmesinden sonra sanki dünyanın en gürültülü konser alanındaymışsınız gibi bağırdı: GARSON diye. O ses ondan mı çıktı yoksa bağırsaklarım bir acil durum olduğunu mu düşündü, anlayamadım. Tabii Garson da o sesi duyunca hemen yanımıza geldi. Suratında yine mi ya bakışı vardı. Evet buyurun dedi, yetti artık demek yerine. Hazal başladı konuşmaya:
“Biz iki çay istiyoruz. Yanlarına da şu geçen hafta koyduğunuz kakaolu bisküviler var ya işte onlardan koymayın. Sevmedim ben onları. Hep sivilce çıkarttı. Yani şimdi ikimizin farklı farklı şeyler yemesi çok doğru olmaz. O yüzden ikimize de koymayın. Onun yerine iki hafta önce tuzlu kraker koymuştunuz ya işte onlardan koyun. Ama sadece iki tane. Daha fazlası tansiyonumu çıkartıyor. Ayrıca kesinlikle toz şeker istemiyorum. Küp şeker getirin lütfen! Yani onun ölçüsünü anlamak daha kolay ama o paket toz şekerlerinin içine ne kadar şeker koydukları belli değil. Paketin tamamını boşalttığımda fazla, yarısını boşalttığımda da az şeker tadı geliyor. O yüzden lütfen küp şeker! Yani ikimize de. Bir de peçete yerine ıslak mendil istiyorum ikimize de. Yani rujumu peçeteyle silmek çok kolay olmuyor. Teşekkürler, gidebilirsiniz.”
O bunları söylerken, arada bir inci gibi dişlerini açıp kapatırken ne garson ne de ben bir şey diyebildik. Sadece fazlasıyla güzel gözlerine baktık. Ben sadece kendim içimden bağıra bağıra şunu söyledim: BURAYA BAŞKA BİRİLERİYLE DE GELMİŞ. Eğer o anda ve daha sonrasında birazcık sussaydı ona bunu sorardım. Ama olmadı. O susmadı. Benim kendi düşüncelerimi bile ona yansıtmama izin vermedi. Garson gittikten sonra utangaç çocuklar gibi gülüp:
“Kusura bakma, biraz senin yerin de karar verdim. Ama ben mutsuz olduğumda başkalarını da etkileyen biriyim. O yüzden daha ilk buluşmamızdan seni mutsuz etmek istemem. Böyle biriyim işte. İşler benim istediğim gibi ilerlediğinde sıkıntı olmuyor. Burayı beğendin mi bu arada? Ben çok severim. İnsan yok gürültü yok. Hatta buranın zeminde yürürken spor ayakkabı giysen bile o yapay gıcırt sesi bile çıkmıyor biliyor musun? Nefret ederim o sesten. Migrenim tutuyor, duyduğumda. Sende artık benimle buluşmaya başladığına göre, o tarz ayakkabılarını giymezsin. Okuldaki arkadaşlarıma da diyorum ben, sınıftayken giymeyin bunları diye. Bana “Sen kimsin pardon?” diyorlar. Yani ben olmasam sizin insan olduğunuz o zaman fark edilir demek istiyorum da başaramıyorum. Özgüvenleri kırılmasın diye. Sonuçta geleceğin bir psikoloğuyum ben. Hatta yüksek ihtimalle Türkiye’nin en iyi psikoloğu olacağım. İnsanlara karşı her zaman daha iyi ve ılımlı biri olmam gerekiyor, o yüzden. Her daim söylerim “Psikologlar geleceğin melekleridir”. Söndürürse dünyayı onlar söndürür. Çok komik değil mi ama? Yani şimdi övünmek gibi olmasın ama benim yaptığım şakanın komik olmama olasılığı yok. Tek bir insan dahi yoktur benim şakalarıma gülmeyen. Tabii gülmüyorsa da aşırı aptallardır orası ayrı. Ama burası cidden çok güzel değil mi? Masalar, tabureler, şu gökyüzü ne kadar beni yansıtıyor değil mi ama? Bazen şu ayaklarımızı yere bastığımız zeminin bile benim için yaratıldığını düşünüyorum. Sadece ben varmışım gibi. Hatta geçen gün bir vizem çok kötü geçmişti ve aynı gün yağmur yağıyordu. Yani benim mutsuzluğum bu dünyanın kötülüğüyle eş değermiş gibi geliyor. Bazen öyle oturup bunların farkına varıp, ben çok değerliyim diyorum. Sana da öyle oluyor mu?”
Şaşırıyorum o an. Bana bir soru soruyor. Ciddi mi yoksa sadece nefes mi almak istiyor anlamıyorum. Bakıyorum sadece suratına. Aynı anda kurduğu o kadar cümlenin içerisindeki ben kişi zamirlerinin sayısını hesaplamaya çalışıyorum. Onları hesaplarken anlıyorum. Bu kız benimle buluşmak için değil kendi anlatmak için bir kurban arıyormuş meğerse, diyorum içimden. Dışımdan diyemem. Çünkü henüz onun sorduğu soruya cevap vermedim. Nasıl bu kadar aptal olabilirim diyorum. İnsanlar artık kendilerini anlatmak için günlük tutmak yerine sosyal medyadan insan seçiyorlar sanırım, diye aydınlanıyorum. Sinirleniyorum başkasının güncesi olma fikrine. Avuçlarım terliyor. En nefret ettiğim şey. Sürüyorum ellerimi masanın üzerindeki örtüyor. Sonra hatırlıyorum Hazal hala karşımda. Suratına bakıyorum. Benden bir cevap bekliyor. Dayanamayıp, devam ediyor:
“Sana öyle olmuyor sanırım. Ama bana oluyor işte. Artık sende benimle takıldığına göre artık sana da öyle olur. Bu garsonda nerede kaldı?” diye bağırıyor tekrardan o aşırı yüksek perdeden sesiyle. O bağırdıkça avuçlarım iyice terliyor. Ona bakarak sürüyorum örtüye ellerimi. İki kolunun da dirsekleri masanın üstündeyken, tekrardan bağırıyor GARSONNN diye. Benim avuçlarım biraz daha terliyor ve onun üçüncü bağırışında, ben tekrardan avuçlarımı örtüye sürtüyorum. Gözlerim onun gözlerindeyken bir anlık dalgınlıkla dirseklerini fark ediyorum. Örtünün üzerindeki dirsekleri örtünün üzerinden siyah biri sıvıyı kendi üzerlerine doğru çekiyorlar. Sanki örtünün üstüne mürekkep dökülmüş ve dirsekleri de tıpkı bir sünger gibi o mürekkebi çekiyorlar. Anlamıyorum o mürekkep ya da sıvı nereden geldi. Fakat anlamaya da çalışmıyorum. Gözlerimi gözlerinden ayırmaya korkuyorum. Sanki öyle bir şey yapsam uçurumdan aşağıya doğru yuvarlanacağımı düşünüyorum. Ya da ona öyle bakmaya devam ederek bütün sinirimi kusuyorum sanki, bilemiyorum.
Başlangıçta o da fark etmiyor. Kollarım acıyor, diye çığlık atıyor sonra. Kalkıyor tabureden. Dirseklerini tutuyor. Bu nasıl oldu, diye bağırıyor tekrar. Çıplak, pürüzsüz ve tüysüz teninin üzerindeki siyah sıvıyı elleriyle silmeye çalışıyor. O silmeye çalıştıkça sıvı bu seferde elleri tarafından emiliyor. Telaşlanıyor, bana yardım et, diye bağırıyor. Garson hala yok, sanırım artık bilerek gelmiyor ve bende sanki Hazal’ın gözlerinin uçurumundayım. Kalkamıyorum yerimden. Tıpkı az önce yaptığı gibi kendine dair bir şeyler anlatıyormuş, gibi hissediyorum. Bakamıyorum başka bir yere. Kaşınıyorum, diyor; ellerini vücudunun her yerine sürerek. Aynı anda kollarındaki siyahlık bütün bedenine dağılmaya başlıyor.
Suratı, yanakları, omzu, boynu, göz kapakları, dili, dişleri, her yeri kömür karasına dönüşmeye başlıyor. Son olarak sol gözünün ayasıda kararmaya başlarken; o yere doğru düşüyor. Ben bir insanın yere düşerken çıkardığı türden bir ses beklerken bir camın kırılması gibi bir ses çıkıyor ve oturduğum yerden onu göremiyorum. Artık gözlerine de bakamadığım için yerimden kalkıyorum. Hemen karşı tarafa geçiyorum. Hazal’ın karanlık bedeniyle karşılamayı beklerken karşımda gördüğüm şey kırılmış büyük bir ayna oluyor. Neredeyse yüz parçaya ayrılmış ayna parçacıklarından mürekkep akan parmaklarımı görüyorum.