Karanlık odalara geçiş yaparkenki aydınlık koridorda “Mutluluğu buldum.”, dedim. Dedim ki işte bu yaşamam gereken. Altını çiziyorum: Hissetmem değil, yaşamam gereken bu dedim. Hissetmekle yaşamak arasında epeyce fark var. Hissetmek, istedigim; yaşamak delicesine istediğim ve uğruna delirdigim. Ve zamanla şunu anladım: Hangi koridordan geçersen geç ister seni kara bulutların arasından geçen bir pilot yapsin, ister bir meleğin dusen göz yasindaki ışığı gören biri. Sonunda hep karanlık bir odadasin. Kara çarşaflı bir oda, daha medeni kanunu tatmamis bir oda, vahşiligin rengi siyah olan bir oda. Bu odada yaratacağın her eğlence geçici tıpkı yarattığın her hüzün gibi. Eğlence de hüzün de beşeri olduğu kadar doğal. Doğaya gitmek lazim, odalardan çıkıp doğaya gitmek lazim. Beni bırakır mısınız odanın duvarlarını yikayim ya da binlerce ton renge boyayim. Birakmazsiniz tabii. İlahi yani benimkisi de soru mu efendi? Efendi? Kim benim efendim? Sen misin yoksa? Yoksa ben miyim? Kim benim efendim? Milletim mi yoksa? Ama benim milletim yoktur. Sen misin ama ne sen benimsin ne de ben senin. Kahrolsun özel mülkiyet diye bağırıyor en isyancı yanım. Ben mi benin efendisiyim? Hayır değilim o zaman istediğimi yapardım. Kendimin efendisi olmam lazım, kendime itaatsizlik yapmamalıyım. Tek vatandaşı demokratik kralı olan bir imparatorluk! İşte istediğim bu. Ve sen, sen yabancı dudaklarimi öper misin? Tanıdıklar ütopik şeyleri gerçeklestirmeyi deneyip boşuna enerji harcamaktalar. Sen yabanci dudaklarima iğne saplayacak misin? Ama lütfen kan akmasın, bayılırım. Mümkünse sen dudagima bana göstermeden kan enjekte et. Seni seviyorum yabancı, tanıdıklar çok meşgul. Ben de meşgulüm. Ama tanıdıklarıma vakit konservelemistim onları sana verebilirim. Rüyamdasin ve yanımdasın yabancı. Yoksun ama nefesin var. Var olup nefesinin yok olmasından iyidir. Al bunlar konservelerim yabancı. Vizesiz krallığıma hoşgeldin. İğne için hazirim. Ben demokratik bir kralım.