hayattan çok onun hayatı nasıl anladığını anlamaya çalışmakla geçiyordu günlerim. “acaba benim göremediğim neler görüyor?” diye geçirirdim içimden. eğer ne varsa bu dünyada ona dokunan ve ona dair; bir şaka gibi geliyorsa ona, ben anlayamıyordum. ikimiz de ideolojilere ve çalışma fikrine ilgimizi çoktan kesmiştik; geçen günler, dostça sarılışlarımız, en büyük uğraşlarımız bile uçucuydu ve ikimiz de biliyorduk bunu. ben türk değilim, afrikalı değilim, fransız değilim, eski milletlerden değilim. o da bunların hiç birisi değil: milletler mahkemesinde atalarına karşı tanıklık yapmış, yolda gördüğü insanlara kendi kafasında hesap veren, tüm suçlarını sırtlayarak yayan halde uzak cennetleri düşleyen bir milletteniz ikimiz de. ozanlarımız tek kelime etmedi yurdumuz hakkında ve ressamlarımız perspektif oyunlarıyla yükseltmedi peygamberlerimizi. dışarıdan bakınca anlaşılamayacak bir yakınlık vardı aramızda onunla, bir o kadar da itiyorduk birbirimizi. bir geceden öbür geceyi bulamazdık asla, ama zamanı etten ölçeğiyle yeniden tanıtırdı bana, bazen aylar geçse de güneşin doğmadığını fark ederdim. bir gün potansiyellerimizi harcadığımızı düşündüğümüzden olsa gerek, uzaklaşmaya başladık. artık dışarıdaki hayatı da göreceğim için heyecanlıydım. nitekim haklıydım da, tanıştığım her insan bende başka bir mutluluk uyandırıyordu. yaşamın sırlarına daha yakın hissetmemiştim hiç kendimi. yüzyıl insanı ile vakit geçiriyor ve konuşuyordum. ancak geçen günler ya da yüzyıllar olsun ona boş geliyordu tüm bunlar. bana da öyle söyledi, uçucu şeylere kaptırmamalı kendini. artık eski çağların tüccarları bu dönemin soytarılarıymış ona göre. aklımda biraz dolansa da bu söyledikleri, çok aldırmadım. aynı şekilde “hayatı deneyimlemeye” devam ettim. gittikçe daha da deliye döndü, hayvanca bir zevk alıyordum bundan. en sonunda benimle konuşmaya karar verdi. hep kafasının içinde yaşarmış o. tanıdığı insanları gerçekten tanımazmış kimse, figür haline getirir onlarla oynarmış. daha fazla anlatmasını istedim, “bu kadar olur kelimelerle.” dedi. dünyaya geliş amaçlarımız farklıydı artık göründüğü üzere. bence bundan kaynaklanıyordu birlikteliğimiz, farklıyız ve savaş halindeyiz. sırf kim daha çabuk bulacak kayıp kelimeleri görmek istediğimiz için kızıştırıyorduk sevgimizi. bunları bile bile devam etmek ne kadar doğru bunu tartıştım kendimle. en sonunda ona da söyledim bunları. aynen aktarıyorum söylediklerini: “ya geçiciyse tüm bu günler? sana söylediğim tüm kelimeler. duyduğum sevgi. iki deney faresi yaratmışsam eğer bizden? ya tüm sarhoş süzülüşlerin yaratılmışsa laboratuvar ortamlarında? söyle: buldun mu yolunu, yaşamın üstüne çıkmanın? yoksa, hala ekranlar mı büyülüyor seni kalbinden çok? söyle: hala sevmiyor musun beni?” seviyordum. o da beni seviyordu ama yalnızca ikimiz biliyorduk bunun anlamını. kelimelerin sınırını belirlemiştik birlikte, artık neyin boş olup olmadığına benim yerime de o karar veriyordu. en sonunda anlıyordum sanırım meşhur “hayatı deneyimlemek” sözünü.