Didar’a
Ⅰ
Her şey ben devasa bir çocukken başlamıştı. Yanılmıyorsam beş yaşındaydım. Apartmanımın önündeki kaldırıma oturmuş nedensizce ciyak ciyak ağlıyordum. Önce annem sonra ablam, komşular ve en sonunda babam başıma toplandılar. Herkes bana ne olduğunu merak ediyordu ve ben cevap vermedikçe ilgi artıyordu. Ben de cevap vermiyordum. Öpücükler, oyuncaklar, çikolatalar, güzel sözler… Hepsi ortada hiçbir sebep olmaksızın önüme serildi. Herkesin tek amacı beni mutlu etmekti. Yeterince şey feda ettiklerine ikna olduğumda ağlamayı kestim. Babamın anneme attığı “İşimiz var bu çocukla” bakışlarını içimden kahkahalarla izledim. Elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken bir şey fark ettim. Vücudum giderek büyümüş ve sonra dinlediğim masallardaki devler gibi olmuştu. Önce inanamayıp kapı eşiğindeki aynaya koştum, kafam neredeyse tavana değiyordu. Ayakkabılıkta babama ait olan ayakkabılardan birini elime aldım. 44 numara kunduralar avuç içimde oyuncaktan farksızdı. Yeniden aşağı indim ve anneme seslendim: “Annee! Ben kocaman oldum! Bak, babamdan bile büyüğüm! Çok büyüğüm!” Ne demek istediğimi anlayamayarak yüzüme baktı. Ben de yeniden gösterdim ona, babamın ellerinin yanına kendiminkileri uzattım: “Bak! Az önce ellerime bir şey oldu.” Anlayışlı olmaya çalışan yapmacık bir gülümsemeyle cevap geldi annemden: “Hay Allah… Yok çocuğum bir şey olmamış sana. Halâ aynısın. Hem çocuklar ne kadar büyürlerse büyüsünler annelerin gözünde hep…” Daha fazla dayanamayıp cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden çığlığı bastım, ağlamaya başladım. Masallardaki devler sesleriyle deprem etkisi yaratma özelliğine sahipti, gücümü denedim. Beni kucağına aldı, saçlarımı okşadı. Ama bana inanmadı. Devdim işte söylemiştim. Annemin sıcak ve küçücük kucağında büyük ve çok ağır bir yüktüm. Az ileride ayakta bizi izleyen babama şunları söylediğini duydum: “Biraz daha vakit geçir diyorum sana şu çocukla. Oralı olduğun yok!”
Ⅱ
On üçüncü yaşıma bir hafta kalmıştı. Bunu bir otobüs durağında beklerken parmaklarımla sayarak hesaplamıştım. Ve elimdeki boya izinin günlerdir geçmediğini anlamıştım. Yakın zamanda resim yapmamış olmama rağmen o izin boya olduğunu bana düşündürense kırmızı olmayışıydı. Eğer öyle olsaydı alerji olduğumu zannederdim, uzun sürmez geçerdi. Belki de başka bir sabunla yıkamalıyım. Otobüs bir türlü gelmek bilmiyordu, hatta tam o sırada yoldan tek bir araba bile geçmemekteydi. Fakat karşı kaldırımdan bir adamın geldiğini gördüm. Gri eşofmanlı, beyaz tişörtlü, esmer, kel, sol kulağı kesik, elleri büyük ve pis bu adamın kokusunu beş metre öteden alırsınız; eminim çoğunuz tanırsınız onu. Gri eşofmanlı, beyaz tişörtlü, esmer, kel, sol kulağı kesik, elleri büyük ve pis o adamın gittiğini gördüm.
Gözlerim elime kaydı, lekenin olduğu yer simsiyahtı elimse gri. Aslında her şey simsiyahtı ve gri. Neler olduğunu anlayamadım, çok korktum. Koşarak kaçmak da istedim çığlıklar ata ata ağlamak da ama tedirgin ve ağır adımlarla eve doğru yürümekten başka bir şey yapamadım. Yol boyunca renkli hiçbir şey çıkmadı karşıma. Sonraki günlerde ne gökyüzünün ayırdına varabildim ne denizin ne odamdaki lacivert tablonun. 1940 yapımı bir film gibiydi gördüklerim. Dram, gerilim. Anneme anlatmak aklımın ucundan bile geçmedi, daha önceden tecrübeliydim: İnanmayacaktı. On üçüncü yaşıma bir hafta kalmıştı. Şifresi 1234 olan herhangi kasadan farksızdım ama neyse ki kimse tuşlara basmayı denemiyordu.
Elinde boya lekesi olan başka insanlar varmış, sabunla geçmeyeceğini kabullenmem oldukça zaman aldı. Sevgilim parmaklarıma biraz kırmızı bulaştırdığında on yedi yaşındaydım. Taşıdığım heyecan, bütün renklerimizi karıştırma isteğimi doğuruyordu. Ve bir yerlerden diğer bütün sesleri bastıran hareketli bir müzik sesi geliyordu. Banyoda elimdeki kanı temizlerken aynadakinin farkına varmıştım. İki yeşil nokta süzdü bedenimi. Yansımama hayranlıkla bakmıştım. Kısa sürede makyaj yapmayı öğrendik ardından ışıltılı pembe farla boyadık birbirimizin göz kapağını. Öyle bir karanlıktan çıkmıştım ki her şey gözlerimi kamaştırıyordu. Bütün arılar, taç yaprakların büyüsüne kapılmıştır. Hızla geçen o yıllara dair başka bir şey pek hatırlamıyorum. Yalnız arkadaş çevrem çok genişti. Kör kütük aşık zil zurna sarhoş halde yönümüzü şaştığımızda eve bırakacak birini illaki buluyorduk.
Ⅲ
Yaşım ilerledikçe parlaklık azaldı ve gerçek halini aldı. Zar zor tamamladığım üniversite hayatımın ardından okuduğum bölümle uzaktan yakından alakası olmayan bir işte çalışmaya başlamıştım. Uzak ve yakınla ilgili sorunlarım da başlamıştı. 06.30’a kurulu alarmımın çaldığı her günkü günlerden birine uyanmış, ilaçlarımı almış, yola koyulmuştum. İş yerinde herkesi kafa kafaya fotoğraf çekilmeye çalışırken bulmuştum.
Birkaç pozdan sonra patron ortaya geçip konuşma yapmıştı. Şirket kârdaymış, biz bir aileymişiz, başarının devamlılığı için daha çok çalışmalıymışız, elbette karşılığı olurmuş, hafta sonuna da bir yemek ayarlasak mıymış, kutlamış olurmuşuz, Cemre Hanım nişanlısından evlenme teklifi almış, onu da tebrik ediyormuşuz, Özgü Hanımmışım, ooo ben de mi buradaymışım! Öyleyse hep birlikte bir fotoğraf daha çekilelimmiş.
Yavşak herif susmak bilmiyordu. Yeniden pozları için hazırlandıklarında ben bir türlü yanlarına geçemedim, sanki şeffaf bir çemberle çevrelenmiştim. Ne kadar çabalarsam çabalayayım yaklaşamadım bir kol uzaklıktaki bu insanlara. Bu insanlara ve başka insanlara. Diğerlerine de. Ve kimseye. Kadraja girmemekte ısrarcıydım. Albümde bana yer yok. Pek korkmadığım gibi şaşırdığım da söylenemez. Devliğimden beri alışmıştım tüm garipliklere, anladım normal olan buydu.
Boyutlar, renkler, mesafeler hep değişti. Ben de tüm gizemleriyle sevmeyi öğrendim hayatı ve hayatımı.