Yetmez miydi bunca zaman karada çektiklerimiz? Narları ve buğdayları yetiştiren kara toprak üzerinde neydi seni gizleyen? Uçup giden kuşların ardından başını uzatıp göğe bakan bir şeyler var göz çukurlarımızda, gözlerimizden başka. Sönmüş ateşleri ve kabul edilmemiş duaları ile bir tapınak içerisinde yola çıktığımı düşümde görmüş, ruhumdaki evliyalara karşı beyhude bir mücadele vermiş ve ölmüştüm. Kâinatın içinde ve dışındaki gerçekler; her yere giden, hiçbir yere varamayan yollar gibi uzuyor, uzuyor. Sanıyorum ki sen uzun bir yolda yürümemişsin hiç. Bense henüz geri dönemedim.

Unutamıyorum bir bahardı; ırmağın sonunda gölgelerin uzamaya başladığı yerde bir şeyler oluyordu. Meryem’in mezarı başında sakin suları karıştıran bir el vardı ve ant veriyordu hayatlarımız üzerine, “Gerçek keşif” diyordu “yeni diyarlar bulmak değil yeni gözlere bakmaktır. Denizler ötesine giden kişi yalnızca iklimini değiştirir, aklını değil.” Peki ya ben nasıl kurtulurum bu azaptan? Canlı, soluk alıp veren bir duvar gibi duruyorum burada. Sular önüme mi geçiyor ardımda mı kalıyor anlamıyorum. Dünyanın öbür ucuna niçin gidilir, bilmiyorum. Keşke gittiğini ama aslında gidemediğini de bilmeseydim. Çünkü biliyorken bilmiyormuş gibi yaşayamam.

Gün akşama yakın ve durgun. Çölde ölen bir sina çütresinin uykusunu arıyorum. Bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan yine de geri gelmesi mümkün olmayanları unutamıyorum. Kurtaramıyorum ne kendimi ne de seni kopacak hiçbir tufandan. Böyle bir korku hissettiğinde denizi bırakmalı insan. Dünya bunun üzerine kuruludur ve bu ilk bilgisidir hayatımızın; korkunun üzerine zehir yoktur. Hangi insan dili tercüme edebilir ki bu halimizi? Yanacağı çok belli o evlerde ve okuduğum paramparça kitaplar içinde; işte sen oradasın, apaçık ortadasın.