Görkemli Girit kralı Minos’un utanç ve korkunç bir şeyi saklamak üzere yaptırdığı labirentinden; genç prens Gautama Sakyamuni’nin bir gece babasının sarayından gizlice ayrılarak Buddha oluşuna giden yolun başlangıcına, Şah Şehriyar’ın evlenmeyi reddeden oğlu prens Kamerüzzaman’ı ortasında harap bir kuyudan başka bir şey olmayan eski bir kuleye hapsedip farkında olmadan Çin imparatorluğunun efendisi Şah Gayyur’un kızı ile kaderlerini birleştirmesinden; kıyamet ve dönüşümün günü Ragnarok’ta üvey kardeşi Loki’nin oğlu Jormungand tarafından zehirlerenek öldürülen dev katili Thor’a kadar insanoğlunun en eski hikâyeleri mitler bütün çağlarda ve her koşulda var olagelmiştir. Peki, her zaman karşımıza farklı şekillerde çıkan buna rağmen olağanüstü biçimde aynı kalan mitlerin kaynağı nedir? Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitabında bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Mit, kozmosun sonu gelmez enerjilerini insanın kültürel yaratımına akıtan gizli bir yarıktır. Dinler, felsefeler, sanatlar, ilkel ve tarihsel insanın sosyal biçimleri, bilim ve teknolojideki büyük buluşlar, uyku kaçıran düşler, hep o temel ve büyülü mit çemberinden doğar.”

Büyülü bir biçimde daima bilinenden yahut anlatılandan daha fazlasının olduğunu hissettiren mitlerin zamanı geride bırakabilmesinin kaynağı nerededir? Bunu kavramak için mit kahramanın en temel işini ele alalım; ikincil etkilere ait dünya sahnesinden çıkmanın yolculuğundadır o; güçlüklerin gerçekten yerleşmiş olduğu ruhun nedensel bölgelerine geri çekilmenin yolculuğu. Ulaştığında, bu güçlükler ile yüzleşmek ve onların kökünü kazımak zorundadır böylece sahip olduğu ama sahip olduğunu bilmediği dolaysız ve bozulmamış deneyime ulaşacak, Jung’un arketipsel imgeler olarak adlandırdığı şeyi özümseyecektir. Arketipsel imgeleri Jung şöyle tanımlıyor: “Kolektif bir doğanın, dünyanın her yerinde mitlerin parçaları ve aynı zamanda bilinçdışı kökenin yerel ve tikel ürünleri olarak beliren biçim ya da imgeleri.” (1) Jung’un kendi kitabında da belirtiği gibi arketipsel imgeler onun yaratımı değildir. Bu konuda ondan önce yorum belirten isimlerden bir tanesi Friedrich Nietzsche’dir. “Uykumuzda ve düşlerimizde insanlığın bütün düşüncelerinden geçeriz. Yani, insan düşlerinde akıl yürüttüğü gibi akıl yürüttü binlerce yıl boyunca… Rüya bizi insan kültürünün erken devrelerine geri götürür ve onu daha iyi anlamamıza yardımcı olur.” (2)

Anlamlandırmak istediğimiz en temek gerçeklik neydi? Farklı yerlerde, farklı göklerin ve inanışların altında insanlar aynı kalan hikâyeleri birbirini tanımadan, dokunmadan, görmeden yaratmışlardır. Bunun sebebinin peşine düştüğümüzde alıntıladığım yazarlar kolektif bilinçten ve onun simgesel dili ile bize ulaşma aracı olan rüyadan bahsettiler. Rüya ile mitin arasındaki ilişkiyi Campbell şöyle anlatıyor: “Rüya kişiselleştirilmiş mittir, mit kişisellikten çıkarılmış rüyadır; hem rüya hem de mit ruhun dinamiğinin genel işleyişi içinde simgeseldir. Fakat rüyada biçimler rüya görenin kendine özgü sorunlarıyla tuhaflaşmıştır, mitte ise beliren sorunlar ve çözümler bütün insanlık için dolaysızca geçerlidir.”

Bu tuhaflaşan kişiselleşmeyi bir örnek ile irdeleyelim: Avusturalya yerlileri arasında erginlenme sınamasının başlıca özelliklerinden biri sünnet ayinidir. Murngrin kabilesinden küçük bir çocuk sünnet olacağı zaman kabilenin yaşlıları ve babası ona “Büyük Yılan Baba çükünü kokluyor; onu istiyor.” der. Korkarak kaçan çocuklar anneleri tarafından törensel bir şekilde kucaklanır, bu büyük yılanın onları yutmasını engellemek içindir.(3) Şimdi bunun bilinçdışındaki karşılığını Jung’un çalışmalarında görelim: “Bir rüya sırasında hasta şöyle bir imge kurdu: ‘Nemli bir mağaradan bir yılan fırladı ve rüya göreni cinsel bölgesinden ısırdı.’ Bu düş, hasta analizin gerçekliğine ikna olduğu ve kendisini anne kompleksinin zincirinden kurtarmaya başladığı zaman görülmüştü.” (4) “Çocukluğumuzun arındırılmamış imgelerine takıntılıyız.” diye yazıyor Campbell “Bu yüzden de yetişkinliğimizin zorunlu geçişlerine karşı ilgisiz kalıyoruz.”

Bir başka örnekte Amerikalı bir genç, bir gazetenin ekine rüyasını şöyle yazıyor: “Rüyamda çatımızın aktardığımı gördüm. Birdenbire aşağıdan babamın beni çağıran sesini duydum. Onu daha iyi duyabilmek için hızla döndüm ve dönerken çekiç elimden düşüp eğimli çatıdan kaydı, gözden kayboldu. Korkuyla merdivenden indim. Babam orada yerde, başı kanlar içinde, ölmüş yatıyordu. Hıçkırıklar içinde anneme seslendim, annem evden çıktı ve bana sarıldı. ‘Boş ver oğlum, bu bir kazaydı’ dedi. ‘O gitse bile, senin bana bakacağını biliyorum.’ O beni öperken, uyandım.” Okuduğumuz bu örnek, adını Kral Oidipus’tan alan kompleksin simgesel olarak tecrübe edildiği halden bir başkası değildir.

Örnekleri inceledikten sonra karşımızda istemsizce bugünü buluyoruz ve aklımıza yeni bir soru geliyor; karşılaştığı bütün zorluklara karşın tüm aldatmacaları geride bırakarak amaçladığı dolaysızlığa sonu gelmez bir emin olma hissiyatı ile adımlayan mit karakterinin aksine milyonlarca imgeye, sese, enformasyona boğulan ve akşam yiyeceği yemeği dahi yüzlerce seçenek arasından belirlemekte zorlanan biz; modern insan, kendi bozulmamışlığımıza nasıl ulaşacağız? Bu sorunun cevabını yazarının kolektif bilinç olduğunu varsaydığımız bir mitte arayalım. Yazımın başında ismini geçirdiğim Görkemli Girit Kralı Minos, Kraliçe Pasiphae’den dünyaya gelen canavar Minotauros’u saklamak için ünlü zanaatkar Daidalos’tan bir labirent inşa etmesini ister. Kör geçitlerle dolu bu labirent öyle bir yapı olur ki Daidalos’un kendisi bile bitirdiği zaman çıkış yolunu güçlükle bulmuştur. Kral Minos, bu tarihten itibaren egemenliği altındaki tüm ülkelerden vergi olarak genç kadın ve erkekler getirir; üvey oğlu Minotauros bu insanlarla beslenmektedir. Ülkeye yem olmak için gönderilen Atinalı bir kafilenin içinde yakışıklı Theseus da bulunmaktadır, Kral Minos’un kızı Ariadne, Theseus’u gemiden indiği anda görür görmez aşık olur. Onunla konuşmanın fırsatını yakaladığı ilk vakitte söz ister; eğer onunla Girit’ten ayrılmaya ve onu karısı yapmaya söz verirse canını kurtaracaktır. Söz verilir ve Ariadne, Atinalı kafileye mezar olacak labirentin yaratıcısı Daidalos’a koşup yardımını ister. Daidalos ona, içeri girenin girişe bağlayabileceği ve labirentte çöze çöze ilerledikçe açabileceği basit bir ip yumağı verir. “Gerçekten de ihtiyacımız olan çok küçük bir şeydir!” diyor Campbell. “Ama o olmazsa labirentin içindeki macera umutsuzdur. Bu küçük şey yakındadır. En tuhafı da, o korkunç labirenti yaratan bilim adamının da tam da günahkâr kralın hizmetindeyken, özgürlüğe yönelik girişimlere yardımcı olmasıdır. Ancak ne içsel bir çağrıyı ne de bir dışsal öğretiyi kabul edenlerin durumu umutsuzdur; yani bugün kalbin içindeki ve dışındaki bu labirentte olan çoğu kişinin durumu.”

Yazımı, yukarıda ismi geçen yazarlar dâhil ama siz hariç hiç kimsenin cevaplayamayacağı bir soru ile bitirmek isterim; kendi çağrınızı duyuyor musunuz? Bir gün Ariadne yanınıza gelip bir söz isterse, sizi labirentinizden kurtaracak o basit ip yumağına ulaştıracak o sözü verebilir misiniz? Kim bilir; belki de biraz önce yanınızdan geçip gitmiştir.

 

Kaynakça:

  • G. Jung, Psychology and Religion, 1958
  • Friedrich Nietsczhe, Human, All Too Human, 1878
  • Géza Roheim, The Eternal Ones of the Dream, 1945
  • G. Jung, Psychology of the Unconscious, A Study of the Transformations and Symbolism of the Libido
  • Joseph Campbell, The Hero’s Journey, 1990