Cephenin on kilometre gerisindeyiz. Hava sessiz ve serin. Henüz şafak vakti, yüzlerce genç adamı koynunda uyutmamış gibi toprak, tövbekâr ve masum uzanıyor ayaklarımızın altında. Az biraz saflığımıza gelse, az biraz unutacak olsak Nil nehrinin nasıl kan kırmızı döküldüğünü, inanacağız toprağın uğultusuzluğuna. Neyse ki kan bulaşmış postallarımıza, neyse ki yeni yemişiz dayağını ayaz vakti vızır vızır tepemizde biten kurşunların. Unutmak olmaz, hatırlamamak olur ama unutmak olmaz.

Az ötede Fikret’i görüyorum. Alacakaranlığın içindeki silüetin, dişlerinin arasından bir buhar eşliğinde dökülen, ne anlama geldiğini bilmediğim fısıltılarından kim olduğunu anlıyorum. Baş parmaklarıyla kulaklarını gökyüzüne kaldırıyor üç kere, elleri belinde kenetleniyor, ardından diz çöküp toprağa sürüyor alnını. Kiminin mezarı olan toprak, kiminin hamurunu yoğurmuş. Kimi topraktan geliyor, kimi toprak oluyor. Sesleniyorum adını bildiğim silüete: “Bizim için de dua et hafız.” Başı sağ omzunu selamlarken hafifçe sallanıyor, anlıyorum ki çoktan yakarmış; Yüce Rabbim beni ve sağ kalan arkadaşlarımı koru, onları bana, beni onlara bağışla, ölmüşlerimizi koynunda uyut. Gülümsüyorum, Allah kabul etsin. Konyalı bu oğlan, zehir gibi çocuk, komutanın gözdesi. Ne vakit düşmanın ne tarafa düştüğünden şüphe etsek yollar oğlanı. “Haydi evladım, sağlıcakla git, sağlıcakla gel.” Keskin bir emredersiniz komutanım dökülür dudaklarından. İki, üç gün gelmez. Biliriz, o günlerde aynı toprağın öte tarafına alnı düşer, ahenkli fısıltıları geceyi doldurur. Sonra emin adımlarla gelir, eliyle koymuş gibi bulmuştur düşmanı, komutana bizim anlamadığımız koordinatları sıralar. Komutan düşünceli düşünceli başını sallar, sonra alnını kaşır, çenesini sıvazlar. Oğlan ne derse desin, durum düşündüğümden fena der, hem de çok fena. İlk zamanlar bizi korkutan bu kelimeler aramızda şakaya dönüşür, kurtlu kuru fasulyeleri ne zaman çıkınımızdan çıkarıp tahta kaşıkları daldırsak birbirimize bakar fena deriz, durum düşündüğümden fena. Babası avcıymış Fikret’in. Bu maharetleri ondan, oğlan iz sürmesini evvelden bilir. Ah köpeğim yanımda olsa komutanım der, siz o zaman görürdünüz nasıl tek günde buluyorum bu soysuzları. Günah değil mi oğlum derim, ne diye gariban hayvanların canını alıyorsunuz. Yok ağabey der, ne vakit Eskişehir’den geyik getirsek mahalleye, önce fakir, fukaraya dağıtır, hayır dualarını alırız, bizimkisi sevaptır. İyi derim, öyle diyorsan, tanrısı ile kulun arasına girilmez. “Hayırdır ağabey” diyor Fikret’e seslendiğimi duyup yanıma gelen Mahmut sırıtarak. “Senin böyle şeylerde gözün olmazdı, işimiz iş diyorsun herhalde.” “Neme lazım patenci” diyorum, “Biz önlemimizi alalım da yarın öbür gün yaş tahtaya basmayalım.” Gülüşüyoruz. Tam fırlama çocuk Mahmut, Aksaray pavyonlarının gedikli garsonu. Her lafa cevabını taşır heybesinde. Sor sabahtan akşama anlatsın; Beyoğlu’nun lambasız sokaklarını, şehri İstanbul’da gecenin en son nerede söndüğünü, ismi tanıdık simaların hangilerinin harbi, hangilerinin kof çıktığını. En çok Fikret’e takılır. Böyle üniformalar içinde herkes jilet, herkes efendi olur hafız, der, ama adamın özü beşinci dubleden sonra çıkar, bakalım o zaman da sayabilecek misin düşmanın ev adresini. Fikret celallenir, esmer yüzüne kan oturur, kalın bilekli ellerini havaya kaldırarak Vallahi münafık bu oğlan, der. “Ölürsek bunu da şehit yazacaklar ben ona yanarım.” Ama aşikardır, en çok birbirlerini severler. Bir gün sabah içtimasında Mahmut çıkmamıştı da oğlanın kara gözleri boncuk boncuk dolmuştu. Meğerse fırlama, ölü düşmanın postallarını yürütüyormuş, ondan geçe kalmış. “Ahdım olsun.” dedi, “Nasip olur da göçersek ahirete, ilk senin adını vericem, aha ölüye bile saygısı olmayan bu puşttur diyicem.” “Aman sen deme Fikret, Allah bizim aramızdan bir senin sözüne güvenir, sonra sittin sene derdimizi anlatamayız.”

İnanır mısın, çocukları böyle gördükçe hayret ediyorum bazen. Demek ölüm böyle bekleniyormuş, güleç suratlar ve şen kahkahalarla. Evde, önüme yumurtayı sucuksuz koysan homurdanırdım, burada geçen gün kelle başı iki yumurta getirdiler de haşlayıp tokuştura tokuştura afiyetle yedik. Hem de ne yemek, en afili salon züppeleri görse ziyafetimize gıpta eder. Oysa Kenan’ı mesela, beş gün önce toprağa yitirdik. Vücuduna saplanan iki kurşundan biri göğüs kafesini parçaladı, öteki sol böbreğini aldı götürdü. İki oğlu vardı, biri dört öteki sekiz yaşında. Fotoğraflarını göğsünden ayırmaz, uyumadan koklardı. Safa ölüsünün başında çocuk gibi ağladı, hepimiz kıskandık, Safa’nın gözleri olmak istedik. Sonra komutan geldi yanına, kavradı Safa’yı dirseğinden, ters bir şey dese belki acımızın tazeliğiyle komutan falan dinlemez çullanırdık üstüne ama yapma evlat dedi babacan babacan, şimdi yapma, biz ölülerimize sonra ağlarız. Safa; şair çocuk. Düşman menzilinin uzağında gecelediğimiz vakitler ateş yakıp etrafına toplanıyoruz, o zaman gür sesiyle gökyüzüne ve toprağa sesleniyor: “Çaresizliğin en amansız olduğu yerdeyim şimdi.” Neylersin, ertesi gün yan yana yumurta tokuşturduk, belki hepimizden neşeliydi, inan olsun anamın haşlaması gibi ağabey diyor. Kararlı bir itinayla travma erteliyoruz. Bu sabah yanıma geldi. “Rüyamda düşman askeriydim.” dedi. “Üstümde mavi üniforma, boynumda annemin savaşa gitmeden önce verdiği haç, gavur komutan haykırıyor, süngülerinizi hazır edin, cephanemiz biterse göğüs göğüse vuruşacağız, ben süngümü tüfeğimin namlusuna takarken cephenin öteki tarafında, sizi bekliyorum.” “İyi ya” dedim. “Belki de bir düşman askeri rüyasında sen olduğunu görüyordur.” Gülmeye başladı, “Asıl zoruma giden benim anam hacıdır ağabey.” dedi, “Rüyamda boynuma haç geçirmiş, demek anan bir kere yaradana sığındı mı gavur da olsa Allahsız olamıyor.”

Cephenin on kilometre gerisindeyiz. Ölümü beklediğimizi söyledim ama kimin ölümünü beklediğimizi söylemedim. Bizi destek kuvvet olarak dört gün evvel buraya konuşladılar. İhtiyaç doğduğunda cepheye gideceğiz. İhtiyaç demek ölüm demek. İhtiyaç, adını bilmeden rengini, kokusunu bildiğimiz kardeşlerin toprak olması demek. Biliyoruz. Unutmak olmaz ama hatırlamamak, bazı bazı olur. Bu yüzden bugünlerin neşesi sahici ama kısa ömürlü. Bu yüzden her türkü tutturan, her kumanya kaşıklayan, her alnı toprağa düşen yutkunuyor beraberinde. Gelmesi mutlak bir sabahı bekliyoruz.

Gökyüzünde bulutlar kovalıyor birbirlerini, ay yitiyor, yatağı ağır ağır maviye dönüyor. Birazdan sabah dökülür. Derin bir nefes çekiyorum arap kağıdına sarılı tütünümden, bizden öncekilerin kazdığı siperin berisinde toprağa üflüyorum. Ölmüşlerimizin tayınını da bize dağıttılar. Dört gündür bu sayede saymadan tütün sarabiliyorum. Dört gündür uyuyabiliyoruz düşlerimiz karışa karışa. Oysa cephede uyunmaz. Hala nefes alıp veriyor olmanın sevinci ve utancı asılır boynumuza, yıldızlarla beraber ölülerimizi sayarız. Tam dalar gibi olduğumda senin yüzün gökyüzüne düşer. Gün aydığında da hatırlamak için suratını ezber etmeye çalışırım. Sonra alevler geçer üstümüzden, gök maviye dönerken yıldızlar yerine alevleri sayarım. Yüzün parçalanır belki binlerce kez, sabahla beraber dökülür yaşayanların üzerine. Sabaha en düşkün olanlarımız bile gözlerini ovalarken yarım saniye kadar kendini sorgular: Bu gördüğüm rüya olabilir mi? Ama haykırışları yetişir kardeşlerin, toprağı delen patlamalar yetişir, henüz maviye yeten gökyüzünün kızıla boyanışı yetişir, o vakit duyarız; en kalabalık rüyanın bile bu kadar acımasız olamayacağını. O vakit duyarız; cephede uyunmaz. Çünkü sırtını verdiğin toprak, nefesini arzular.

Komutanımız Nazif geliyor yanıma, sana bir şeyler karalamak üzere büzüldüğüm köşedeyken elini omzuma koyuyor, başımı çeviriyorum. Vakit geldi diyor. Sabahın ilk ışıkları, beş gün evvelki çarpışmada yarısı yiten çehresine düşmüş, alnı karanlık ve gergin, kurumuş dudaklarının berisinde dişleri kenetlenmiş, görebilen tek gözü bulutların üzerinde. Yanmış etinin kokusu hala taze, sararmış sargı bezinin altından tentürdiyotla beraber burnuma yürüyor. Gözünü bulutlardan alıp yere düşürüyor, bir nefes daha veriyorum bu sefer siperin ötesine. Artık kardeşlerimizin ölümünü beklemediğimizi anlıyorum. Kardeşler çoktan toprak oldular. Buraya geldiğimizden beri ilk defa boğazımıza takılmadan nefes alıyoruz, genzimizi yakan bir ferahlık ciğerlerimize doluyor, dudaklarımızda yitmeye mahkûm bir gülümseme beliriyor. Duyoruz. Şimdi, her zaman olduğu gibi, beklediğimiz tek ölüm kendimizinki.