Kalkanlarımızı göğüs hizasında sıkıca tutarak eylemcilere gözdağı vermek için yürüyoruz. Hayat ne garip; komşunun üniversitede okuyan kızı, yüksek lisanstaki kuzenim, Liseden arkadaşım Ali İsmail sokağa çıkıp bağırmaya başlayınca birdenbire geçmiş hayatlarında oldukları şeyleri bırakıp “eylemci”ye dönüşüyorlar. Biz de üzerilerine yürüyoruz; işte bakın kalkanımız var diyoruz, silahımız var, tank bozması su fışkırtan saçma sapan ve dev gibi bir şeyimiz var.

Romalı askerler savaşta karşı ordu kendilerini ok yağmuruna tutunca dikdörtgen şeklinde kümelenerek ve ön ve üstlerini kalkanlarla kapatarak adeta kapalı bir kırmızı sandığa dönerlermiş. Biz savaşta da değiliz oysa, karşımızda güvenliklerini sağlamakla görevli olduğumuz insanlar duruyor. Ve ilginçtir, ne kadar kanlı kapanırsa bazı defterler, ne kadar çoğu ölürse o “eylemci” insanların, o kadar başarılı sayılıyoruz üst makamlarca.”Polisimiz destan yazıyor!” kimin için? Ne uğruna? Hem de onca ölen insanların daha henüz yakılmış bir ağıtı yokken öyle mi? “Tüm halkı korumalısınız” diyorlar, sonra bir grup madalya üstüne madalya veriyor öteki de küfür üstüne küfür ediyor. Benim çocukluğumda ilkokuldan gelecek hayalleri kurmaya başlayan küçüklerin on tanesinden en az üç’ü bu mesleği isterdi. İnanır mısınız şimdi ise sokaktan geçen on insandan en az üç’ü bana nefretle bakıyor. Gece yarısı üniformamı katlayıp kaldırırken dalıp gidiyorum bazen, üstünde –benim yüzümden olmasa da- dökülen kanların görüntüsü var sanki. Görüntüsü kanı anımsatıyor.

Neyse, Kalkanlarımızı göğüs hizasında sıkıca tutarak eylemcilere gözdağı vermek için yürüyoruz. Bugün kavga gürültü arasında sokakta ölen bir çocuğun ölüm yıldönümü. Eylemciler için önemli bir gün, merkezi yerlerde kalabalık gruplar oluşturuyorlar. Bazıları ise vakti zamanında bu çocuğun annesini yuhalamıştı sanki. 21. Yüzyıl: İnsanların ortak tepki verebileceği herhangi bir olay kaldı mı?

Balkonlardan bize bağırıyorlar. Her yaşta insanın her çeşit sözünü duyuyorum. Tezahürat ve küfür birbirine karışıyor. Kaç yıldır meslekten tanıdığım arkadaşlarım sokağa çıktıklarında aniden delikanlı oluyorlar. Efe gibi yürüyor, umarsız davranıyor, şiddet göstermekten zevk alıyormuş gibi yapıyorlar. Ben de onlar arasında onlardan biri gibi hissetmeyerek ilerliyorum. Grupları dağıtıp ara sokaklara yönlendirmek istiyoruz. Biliyorsunuz kalabalıktan, kalabalığın çıkardığı güçlü seslerden korkuyor üst makam abilerimiz. Biz de onların gönlü ferah olsun diye önümüze çıkanı ıslatıyoruz. Çünkü bu iş ıslanmayla bütündür: Ya tazyikli su ile ıslanırsınız ya da biber gazı yedikten sonra kendi kendinizi ıslatırsınız. Bu sefer yine biber gazından sakınmadık, ara sokaklara dağılanlar oldu.
“Kereem!” diye bağırdı bir ses. “Gel buraya bak hemen!”Ana caddeden uzakta kalmış bir boşluktan bağıran bir polisti bu. Sesine doğru yürüdüm, yaklaştıkça sesin sahibinin Güven olduğunu anladım. Ayaklarının dibinde 20’li yaşlarının başında, sakalı düzensiz uzamış, beyaz tenli, uzun boylu ve yapılı bir çocuk kaşı ve kafası yarılmış bir biçimde kanlar içinde yatıyordu.”Güven ne yaptın sen?” diye bağırdım yerdeki çocuğun yüzüne korkuyla bakarken. “ Bu hergele az kalsın kaçıyordu elimden. Baksana şuna, boğa gibi herif. Hızlı da koşuyor. Öyle bağırıp çağırıp uslu uslu evine dönmek kolaydı değil mi itoğlu?”

Güven çocuğun ensesine copla vurdu. Bir daha vurdu. Bir daha vurdu…

Çaya atılan iki şeker bütün dikkatimi dağıttı.
“Oğlum sen de görev başında gözü açık uyuyorsun. Bu kadar dikkatsiz de olunmaz ki.” Şekerli çayını yudumlarken amirim bunları söyledi. Nerede olduğumu ve niye burada olduğumu anlamam biraz uzun sürdü ama gündüz rüyalarına alışmıştım artık. Son günlerde hayatımı geçirmekte olduğum düzene karşı huzursuzdum ve bu huzursuzluk bana sık sık farklı boyutlara yolculuk bileti satıyordu. “Amirim sen sahadayken kaç kişi öldü hiç sayısını biliyor musun?” diyebildim ilk şaşkınlığımı üzerimden atınca. Kaşlarını çattı, çayını masaya koydu, oturuşunu düzeltti ve bana mümkün olabildiğince soğuk bakmaya çalışarak “Böyle şeyler düşünmenin kimseye faydası yok” dedi. Gözlerinin içine baktım. O an gözlerinin içine bakarak ona onlarca soru sordum sanıyorum. Hiçbirine verecek bir cevabı yoktu, olsa da söylenmesi hoş şeyler değildi bunlar, ertesi sabah hangi yıkık dökük şehirde uyanacağını bilemezdin. Doğruluğun yalnızca sürgün olarak geri döndüğü dönemlerde bütün amirler sana böyle soğuk bakardı işte. İvedilikle masadan kalkıp odayı terk edişini izledim. O anda 92 yılında Sao Paulo polisinin günde ortalama dört kişiyi öldürdüğü aklıma geldi. Bir yerlerde okumuştum, sonra aklımdan çıkması da hiçbir zaman mümkün olmamıştı. Çalkantılı günler kapıyı çaldığında kendi görevimizden alıkonularak otoriter devletin tasmalı köpeği haline dönüştüğümüz gerçeği çok ağırdı. Güven, kartını girişe gösterip o günkü mesaisine başlamak için odadan içeri girerken başım ellerimin arasında çaresizce ağlıyordum.

“Biz katil değiliz! Katil miyiz lan biz?”