Efe bey henüz kahvaltısını etmiş ve ellerini yıkamaya gittiğinde yüzündeki çizgilerin aynadaki yansımasına dalıvermişti. Tam tarihini bilemese bile bu aralar bir gün doğduğunu biliyordu. On iki çocuklu bir ailenin sekizinci çocuğu olarak gelmişti dünyaya, haliyle araya kaynayıvermişti. İhtilal zamanı portakal çiçekleri açtıktan sonra doğduğunu söylemişti annesi ona. O kadar kalabalık bir ailede büyümüştü ki, tek hayali bir an olsun kimsenin ona iş buyurmadığı ve sessizliğin hüküm sürdüğü bir evde hayatını geçirmekti. “Keşke başka bir şey dileseymişim.” düşüncesi bir an olsun aklına düşecek olsa hemen kafasının içinde konuyu değiştirip, acı gerçekle yüzleşmemek için bugün ne yapacağı ya da ne yiyeceği gibi gündelik işlere odaklanmaya çalışırdı. Kolay mıydı annesinin, babasının, nenesinin, kardeşinin, eniştesinin, eniştesinin halasının, halasının torununun, büyüdüğü küçük kasabadaki cemiyetin sesini bir anda susturabilmek? Keşke hobi bahçesindeki biberleri sulayınca, en şık kıyafetlerini giyip kendini şımartınca, çarşı pazar gezip en kaliteli ve en uygun fiyatlı meyveleri ve sebzeleri bulunca susabilseydi o ses. “Onların istediği gibi bir hayatım olsaydı…” diyerek başlar “Ergenlik çağına geldiğinde bana tiksinerek bakacak evladıma iyi babalık edebilir miydim? Yanlış siparişi eve götürdüğüm için beni azarlayıp, beceriksizlikle suçlayacak eşime karşı sabrımı koruyabilir miydim? Bazen sadece canım öyle istediği için bir yere gezmeye gittiğim ve eve dönmediğim gecelerim olsaydı komşularımın beni kınayan bakışlarını görmeye tahammül edebilir miydim?” ve daha nice kötü ihtimali aklına getirerek devam ederdi. Ruhunda bir tatminkârlık hisseder, hafifçe gülümser ve hatta zıplayarak ayaklarını arkada kavuşturmaya çalışırdı. Gerçi son aralar aldığı kilolardan dolayı eklem ağrıları hissediyor ve bu hareketi yaptığında canı çok yanıyordu. İşte o can yanması yok muydu? Onu en çok korkutan da bu ağrıydı. Kim bakacaktı ona bu kalpsiz dünyada acılar içinde oradan oraya kıvranacak bir duruma gelseydi? Neyse biberler, domatesler, kıyafetler, evet evet en güzel ananası seçmeye gidecekti. O kadar çok birikmiş parası vardı ki, kendine bir bakıcı tutması hatta ülkedeki en konforlu yaşlılar yurdunda kalması onun için pek de zor değildi. O yüzden bakımı konusunda endişelenmiyordu. Endişesi daha derinlerde, daha çözülmesi zor meselelerdeydi. Endişesi bir ötekinde herhangi bir duygu uyandırmamak ile ilgiliydi. Endişesi merak edilmemekti. Sonra dostu Necmi beyi aklına getirirdi. Necmi beyin üç evladı adamın altında bir don, üstünde bir gömlekle onu orada burada sefil bir hayata terk etmişlerdi hem de elindeki tüm birikimini parsel parsel sattıktan sonra yapmışlardı bunu. Sonra derin bir oh çekti, Necmi beyin yerinde olmadığı için sevinçten bir kere daha zıplayarak ayaklarını arkada kavuşturdu. Böyle bir hayal kırıklığı yaşamaktansa, bir hayale hiç sahip olmamış olmanın keyfini çıkarıyordu. Pazara gitmek üzere yola çıktığında arabasında şu dağlarda kar olsaydım türküsünü dinliyor, bir insanın bir öteki tarafından saf bir sevgiyle sevilmesinin imkânsız olduğuna dair inancını perçinliyordu. O esnada eski dostu Yakup’u torunu ile parkta oynarken gördü. Yakup bu hayatta tanıdığı en huzur dolu ve şanslı adamlardan biriydi. Şanslıydı tabii, yaptığı her iki evlilikte de turnayı gözünden vurmuş, ona hizmet edecek ve yürekten sevecek eşleri olmuştu. Bu sevgi çocuklarına ve torunlarına da bulaşmış olmalıydı ki iki eşini de toprağa vermiş olsa bile her hafta evlatları onu ziyaret etmeyi ihmal etmez, her gün arayıp sormayı unutmazdı. Bu adamın huysuz bir cadıdan farkı olmadığına inandığı için yaptığı bir doğrusu olduğundan değil de sadece şansından bu sevgiyi hak ettiğini düşündü. Yine bir kıyasa girip, düşüncelerinin girdabında oradan oraya savrulmaya başladı. Bir of çekti ve başa sardı. Necmi bey, domates, ananas, mavi gömlek, biberlere verilecek sular… Arabayı park ettiğinde şarkı çoktan bitmişti. Uzun süre sonra ilk kez zihninde bir parıltı ve duruluk olduğunu hissetti, hafifçe gülümsedi. Uzun uzun düşünüp sonsuz ihtimaller içinde en sonlu ihtimalleri bir bir karşına oturtup onları izlemek marifet değildi. Hiçbir hayat doğru ya da yanlış yaşanmıyordu. Hayat, sadece hayattı. İyisiyle, kötüsüyle, doğrusuyla, yanlışıyla, ötesiyle, berisiyle göz açıp kapayıncaya kadar geçiyordu.

 

Ayşegül Köse