sert içerdi. birkaç şişe şarabı haftalık nevalesi yapıp atardı şehirlerarası otobüsün bagajına. her mola yerinde bir şişe olmak üzere dört şişe şarap tüketirdi izmir – kayseri arası. dördüncü mola yerine kadar içkiyle mutlu olur, dörtten sonra bu zıkkım onu efkarlandırırdı. aylardan kasım, mevsimlerden ise kış idi. izmir denilen bu ilde her ne kadar kış sert geçmese de ona sertti. ona her şey sertti, en ufak bir şeyde hemen dağılıverirdi. şehir dışına çıkmak isterdi, çıktığında sevdiklerini geride bıraktığını düşünüp hüzünlenirdi. bir kavgaya girip dayak yemek isterdi sürekli. militan şarkılar dinledi yirmi dördüne kadar. sonra soğuk nedeniyle göz altlarına kadar çektiği bir nevi puşi olan bez parçası nedeniyle iki gece soğuk nezarethanede yattığı için bıraktı. yoktu para bunlarda. para kazanmalıydı. üniversite sınavına hazırlandı, kazandı. şehir dışında bir okul yazdı, tuttu. ama gidemedi. parası yoktu. annesi yoktu. babası yoktu. ailesi yoktu. annesi ile babası on beş yıl önce ayrılmış, ayrıldıklarının mahkemede ilanından beş gün sonra annesi bir trafik kazasında, on sekiz gün sonra da babası takdir-i ilahi nedeniyle vefat etmişti. akrabaları annesini de babasını da sevmezdi. dolayısıyla şükrü onları sevmezdi. annesi ve babası iyi insandılar, birbirlerini de çok severlerdi. belki de bu yüzden ayrı kalmaya yalnızca on sekiz gün kadar dayanabildiler.
ne diyorduk? dördüncü mola yeri miydi? terminal mi? ha doğru. terminallerde şöforler de bırakır gider arabayı. iki batak atarlar veya yarım paket sigara içip öyle gelirlerdi. uzun yol şöforleri dertli adamlardır. en tehlikeli olan şeylerden biri de uzun yol esnasında dertlenmeleridir. muavinlik yapmaya karar verdi şükrü. maliyetsizdi. yolculuk yapmayı severdi. kazancı önemli değildi. zaten bu dünyada karın doyurmaktan ötesi lükstü. başını sokacak bir evden fazlası lükstü. ikinci bir battaniye lüks, ikinci bir çift çorap ise zorunluluktu. çünkü çamaşır makinesine gerek yoktu, evin musluklarından su akmaya devam ettiği sürece. felsefi akımlar lükstü. dertsiz insan uğraşlarıydı. bir izmir – kayseri otobüs muavinine yakışmazdı. muavinler azer bülbül dinleyen adamlardı. descartes’la, hegel ile işleri olmazdı.
”bakar mısınız?”
aniden dönen sesle irkildi şükrü. kendisine bu kadar kibar seslenilmesine alışkın değildi. sarışın, zayıf bir kadın sesleniyordu kendisine. kibar olmaya çalıştı :
”buyur bacım?”
kadın sanki böyle bir karşılık beklemiyormuş gibiydi. halbuki şükrü tam da konuşmasında takındığı tavır gibi biriydi. yanlış anlaşılmasın, burada bacım diyenlere bir yergi yok. sonra ileride ünlü olurum belki, edebiyat eleştirmenleri mi ne boksa onların eline düşeriz, bunları kullanırlar. ha onları kullanan bunları da kullansın. yetmiyorsa bir de.. neyse..
”benim telefonumda kontör bitmiş de sizinkini kullanabilir miyim?”
şükrü’nün bir telefonu yoktu. içi cız etti. ama erkeklik gururuna da yediremedi. bir yalan salladı farkında olmadan. ”tabi, bir saniye bekleyin şuradan alayım.” gidip şöforun telefonunu aldı, kadına uzattı. kadın teşekkür edip numarayı çevirdi. samimi bir muhabbet vardı karşısındakiyle. iki dakikayı aşmayan fakat dolu dolu olan bir konuşma geçirmişti. bunun şöforün bakiyesine etkisi ise doksan iki buçuk kuruş olacaktı. bilet fiyatına eklenmeliydi. ama dünya adil değildi. dünyanın adaleti kaçalı kaç sene olduysa, o kadar yılın bir fazlası kadar süredir dünya vardı. insanlar riyakar ve kaypaktılar. bu, eski zamanlarda da böyle olmakla beraber, kimse bir insanın doğuştan iyi olduğuna kanaat getirmemeliydi. ne demeye felsefe derslerinde böyle şeyler tartışılırdı? şükrü ortaokul mezunuydu, hiç felsefe dersi görmemişti. birden ortaokulu bitirdiği gün aklına geldi. o sahneler bir bir geçti aklından. sarışın kadına bir bakış attı. çok güzel sayılmazdı. sarışın hayranlığı olan erkekler için biçilmiş kaftan olmakla mukabil, çoğu şey gibi bu kadar iyi bir insan da lükstü şükrü için.
güneş kendini yavaş yavaş belli ediyordu, sabah olmuştu. kayseri’ye ulaşmışlardı. otogarda durunca uyuyan yolcuları uyandırdı sırayla muavin. sarışın kadına gelince ona daha narin seslendi. kadın uyandı, gülümsedi. tüm yolcular otobüsten indikten sonra bagaj açıldı, kaptan bir sigara yaktı ve şükrü bagajdakileri sırtlayıp sahiplerine verdi. sarışın kadın tekrar yanına geldi : ”felahiye tarafına gitmem lazım. buraları hiç bilmiyorum. bana yardım eder misiniz?” şükrü’nün akşama kadar vakti vardı. saat beş e kadar burada kalacaklardı. felahiye uzak sayılmazdı. kabul etti. yeşil renkli belediye otobüslerinden birine atladılar. şu yenilenenlerden. 2015’in sonunda filoya katılan fıstık yeşili otobüsler. merkezi bir yerde indiler. kadın tekrar telefon rica etti. şükrü yine bir yalan söyleyip telefonunu otobüste unuttuğunu belirtti. yoldan geçen birinden telefon istediler. şükrü sonra kadını verilen adrese bıraktı. otogara geri döndü. saat beşe geliyordu. kaptanı uykusundan uyandırdı. izmir yönüne gitmek isteyen yolcuları aldılar arabaya. biletler kontrol edildi. hava hafiften kararmaya başlar iken, gecenin ortasına kadar sürecek bir yolculuğun ilk adımlarını attılar. şükrü artık saat aralıklarıyla seferlere çıkıyordu, kıdemliydi. maaşına zam yoktu, o prestij yeterdi ona. sadece mola süreleri artıyordu gittikçe. sistemdeki açıkların farkına şükrü de varmıştı. şirketin zarar etmesi umrunda değildi. bundan dolayı rahatladığını hissetti. bütün hücrelerinde. bütün hücrelerinde hissettiği diğer bir şey ise kısa tekel 2001 idi. rahmetli babası günde iki paket tekel sigarası içerdi. annesini de alıştırmıştı zamanla. sigaradan ölmemişlerdi ama, o yüzden içebilirdi. ilk mola yerinde bir şarap açtı zuladan. eski alışkanlıktı. bir tane de kaptana verdi. bütün otobüsün hayatını riske atmakta bir beis görmüyordu. bu kadar vurdumduymazlık fazla değil miydi? bir gün ezilenlere iktidar olma fırsatı verilirse bugünün ezenleri de bundan korkuyordu. kendi sonları olacaktı. bundan başka bir öyküde bahsedilecekti, şuan yazarınız konuşuyor sayın öykü. tahammül edemiyorsunuz belki de araya girmeme ama yine eleştirmen vurgusu yapacaktım, tam şu an vazgeçtim.
izmir’e geldiler. alpaslan dolmuşuna atladı, merkeze gitti. bornova merkeze. oradan karşıyaka, alsancak derken saati kaçırmıştı. kaptan onu arayamazdı. telefonu yoktu. siktir et dedi içinden. ”artık sıkılmıştım zaten.”
alsancak iskelesinde sabaha karşı beşte bir sigara yaktı. sabahlayan şarapçılara baktı. içinden bir ton şey geçirdi. ara sokaklardan kıbrıs şehitleri caddesine çıktığında saat altı idi. meyhaneler yeni kapanıyordu. ortalıkta bir tek canlı kalıntısı yoktu. cebinden kimliğini çıkarttı. çakmağıyla yakmaya çalıştı, yakamadı. gördüğü ilk kanalizasyon deliğine kimliğini attı. bir sigara çıkardı, boş caddeye bakarak yaktı onu. boş caddeye üfledi tüm dumanı. kanalizasyon deliğine tekrar bakmadan yürümeye devam etti. sevinç pastanesine doğru yürürken aklına amerikan’dan kaçak aldığı purolar düştü. on dört yaşında ilk kez izmir’e gelmişti. pasajdan aldığı purolarla birkaç kez komalık olmuştu. kısa da bir uyuşturucu geçmişi vardı. bunların hepsine lanet edip sevinç’in oradan çankaya yönüne saptı. buraları çok iyi biliyordu. buralarda hayat bu saatlerde başlamazdı. buralar zevk ve eğlence yerleriydi. diskolar, barlar, restoranlar buralarda konuşlanmıştı. böyle düşünceler içindeyken gümrük bölgesine ulaştı. oradaki küçük esnaflar yavaş yavaş açıyordu dükkanlarını. gümrüğü geçip kemeraltı’na, oradan da basmaneye geçti. arapça yazılı tabelaları gördü. iç çekti. mültecilere iç çekti. türkçe tabela azlığına iç çekti. bir sigara daha yaktı. yanından geçen suriyeli çocuğa bir sigara verdi, mendil satan kadından bir mendil aldı. basmane gar’ın karşısındaki kebapçıda çorbasını içti. bu bir gelenekti. alemci geleneği. sabahlara kadar pavyonlarda kadınlarla parasını yiyen kalantor abiler bile geceyi çorbacıda noktalardı. o yüzden çorbacıların her zaman anlatacak çok hikayesi olmuştur. gece olana kadar bekledi.
sonra 45 numaralı otobüse bindi. gültepe otobüsüdür. gültepe, adından da anlaşılacağı üzere gülüdür izmir’in. bilirdi. kendi çevresi oradaydı. eski tanıdıklarla görüştü, bir rakı sofrası dizdiler o gece. sonra manzaranın göründüğü tepeye çıktı şükrü. elinde bir şişe cesar şarap varken, cebinden çıkardığı çakısı ile sol koluna bir çizik attı. hoşuna gitmişti. bir çizik daha attı. hızını alamadı, kolunu kan revan içinde bıraktı. bağırdı sonra. çok bağırdı. çığlıkları duyulmadı. ortalık kan gölüne dönmüş, o göl kurumuştu sabaha karşı. polis gelmezdi oralara pek. mezarlık bekçisi arif abi bulmuştu meftayı da. mesai saatinin bitişinde ıslık çalıp seke seke yürürken. gece onun hayaliyle uyuyakalan çocuklarına bakacağını, onların üstünü örteceğini hayal ederken.
arif abi bulmuştu cesedi. gültepe mezarlığına defnedildi hazretleri. bütün bilinmezliği ve hayatta değer verdiği şeylerden kayserili sarışın kadın -ona bu adı takmıştı- ile konuşamamanın içinde kalması ile.