Hak etmediğin kadar seviyorum seni ve doğrusu hak etmediğim kadar sevilmeyi. Haddinden fazla belki, haddimi aşıyorum yani, ama hadlerden uzak seviyorum seni. Seni derken, tam olarak seni mi emin değilim açıkçası, daha çok olmayışını seviyorum gibi. Olan her şey ne sıkıcı çünkü ne bunaltıcı ne yorucu ne bezdirici; sense o kadar güzel yoksun ki. Gidişlerini seviyorum gibi bir şey de değil tam bu, gelmeyişlerini seviyorum demek daha doğrusu. Bir insanın aynı anda hem bu kadar olup hem hiç olmaması ne etkileyici.

Hiç olmak. Seninleyken hiç oluyorum mesela, senin bu hiç olmamandan mütevellit. Kullanıyorsun diye düşünürdüm beni ama öyle mağdurum gibi değil, hakkında yazmam bile benim de kullanmam anlamına geliyor zaten seni. Güzel ve oportünist bir başka ilişki. Güzel derken de öyle vasat anlamında değil, sen anlarsın ne dediğimi. Gerçi ben bile anlamıyorum ne dediğimi, uyuyamamaktan kaynaklanan bu kötü tribi. En son seninleydim o kalmış aklımda, sonra uyuyamadım onu biliyorum, sonra uyanıyorum. Kahvemi koyuyorum, seni yazıyorum, baş ağrıtıyorum çünkü sen ancak benim kelimelerimde var oluyorsun. Tekrara düşmek gibi olmasın ama, hiç olmadığından dolayı bu da. Suçlama gibi duyulsun istemiyorum ama bu, olsaydın olamazdın zaten hayatımda, olanlar beni korkutur, ölenlerden çok daha fazla. Çünkü mesela bazen iki aylıktır ölenler daha ve yaşayamamışlardır bile ama yine de ölmüşlerdir hem de benim bıçağımla ve bu beni korkutsa da inanırım onlar için daha iyi olduğuna, benim için daha iyi olduğuna, en iyisi olduğuna çünkü zorundayım inanmaya. İnanmak biraz zorundalık meselesi gibi geliyor bana. İnanmazsan delirirsin ve ondan inanırsın Allah’a, bu da özünde kötü değildir illa misal dediğim gibi ben de inanıyorum kendi yalanlarıma.

Yalan da biraz ağır bir kelime aslında, ben hiç yalan görmedim tartıda daha önce ama aynada çok gördüm mesela. Ve mesela yine yola yalanın ağır olduğundan çıkıyorsak sen bana hiç de yalan olmayan bir kadın dedin ve belki de ben yanlış anladım ama bebeğimiz bana kalırsa biraz yalandı.  Ve zaten bebek de değildi, feministler bana öyle dedi ve zaten feministtim ya ben de bu neyin muhabbeti? Mesela beyaz masumiyettir dediler, bu sefer feminist değildi sanırım diyenler emin olamadım ama bazı beyazlar benim bir buçuk yıl kabuslarımı süsledi ve tahmin edersiniz ki hoş da bir süs değildi ve o beyazda mesela o gece boğuldum ben. Bunu yazarken fark etmek ne gülünç, hani yazdığımı da yazarken fark ediyorum bazen ama bu sefer sanırken karanlıkta boğulduğumu ve yoğrulduğumu şimdi fark ediyorum onun beyazıydı her şeyin sorumlusu ve beyazlarımız çatışınca fiziksel olan kazandı yani onunki ve bundan dolayı bana içimdeki siyah kaldı ve ne denli daha beyazdı benim siyahım onun beyazından.

Mesela onun beyazından ve bir daha on sekiz yaşında olamamamdan kaynaklanan gerginliğin yanı sıra virgüllerin getirdiği gerginlik de var omuzlarımda çünkü hala bilemiyorum neyin neyden niye ayrılması gerektiğini şu yaşımda. Şu yaşımda derken mübalağa etmiş gibi duyuldu, on dokuz yaşındayım malum hala ama ben minimum iki yıldır değilim kendi yaşımda ve Benjamin Button tarzı bir şey de değil bu birine göre travma birine göre olgunluk bana kalırsa yalnızca saçma.

Özetle, mumlar ne romantik, ödenmiş bir elektrik faturası olanlara aynı yağmurun romantik olması gibi villada oturanlara, kahveni alıp camın karşısında aşkı düşünme ve dozunda hüzünlenme zamanı oysa her yağmurun dozu gecekondularda çoktan kaçtı. Ve mesela ben de kaçtım çünkü milyonuncu kez duydum ne kadar türke benzemediğimi hem de çoğunlukla iltifat manasında ama ben iltifat sevmem ve milliyetçi olmasam da sıkıldım artık türke benzememekten çünkü zaten bu yüzden aforoz edilmiştim istanbul’dan ya da bana öyle gelmişti en azından. Ben bile inanmıştım bir aralar istanbul’da bir ağaç gibi tek ve hür, üç beş ağaç gibi kardeşcesine yaşanabileceğine ve güzel bir boğaz ve boş boğazlar ve ağlayan kadınlar ve yalnızca pazarlıkları içten olan insanlar bıraktım arkamda. Zor oldu ama zor olmadı açıkçası çok da.