Yorgunum. Çay dökülen şiir kitabı kadar sarardı sayfalarım.
”Ah usta! Çoğul eklerinden çok uzakta, loş ışıkta yetişen bir adamım ben. Şuracıkta ölsem cesedimi en sevdiğim kitabın sayfaları arasında kurumuş bir çiçek olarak bulurlar. Ki ölmek de haram bana. Sevdiğim her şey gibi. Zaman içinde, parça parça yükseliyorum karanlığa. Tercih olarak mum ışığında yazıyorum bir de. Yanında bir bardak çayla.”
Zamana meydan okuyan pek çok şey gibi, masanın yalnızlığına eşlik eden daktilo, genç adamın her dokunuşunda biraz daha yaşlanıyordu. Düşünecek çok zamanı yoktu delikanlının. Sözcükler parmaklarının hızında kayboluyordu. Akşamdan kalma düşüncelerle yazılmış birkaç satır sözün sahibi olan parmaklar, sobaya odun atarken sadece eskiyi düşlüyordu. Isınmak için sobaya ihtiyaç duymadığı günleri.
”Zaman, ah zaman!” diye iç geçirdi genç adam. ‘’Akıp giderken önünde durmak mümkün mü?’’ Kapıdan içeri girdiğinde mütemadiyen aynı manzarayla karşılaşırdı. Masalarının başında ağızlarından akıl karı bir kelam söz çıkmayan donuk suratlı duygusuz yazarlar ve içeri her girdiğinde aynı sözler, aynı bakışlar… -Aylık bir derginin durgun elemanları-
Bilmezlerdi, bilmeyeceklerdi. Kapıyı belki gelir diye kilitlemediği geceleri, her akşam çayı iki kişilik demleyişini. Bekleyişleri, gerçekleşmeyen düşleri…
Geceden karaladığı birkaç sayfayı Ahmet Abi’sine götürmek için ayaklandı. Bakışlarındaki mahmurluğu görmesin diye kafasını eğik tuttu. ”Ah be olum!” dedi derginin Ahmet Abisi. ”Kimler sıktı canını?” Sıkılacak can mı kaldı demedi. Bilirdi, onu az çok tanıyan insanları bile tek bir sözle kandırmak akıl karı değildi. Kafasını kaldırdı,
”Ah usta, ben sanırım yaşamayı unuttum. Bi’ el atıver. Bu illet bende ne varsa sürüklüyor. Saçlarım bile sana inat beyaza çalıyor. Sonra ruh yaşlanıyor, beden aynı kalıyor. Her gün burada gördüğüm anlamsız yüzler, gün geliyor, arkamdan ”ruhsuz” diyor. Ruhsuzluk nedir usta? Lakaytlık? İnsan doğuştan umursamaz olmuyor. Zamanla, zaman içinde, ya da gitgide sessizleştiren olaylar, yine gün geliyor bir anda gözümün önünden geçiyor. Anılar hatırlandıkça eskimez değil mi usta? Çünkü umut dediğin yaşamak için bir sebeptir, değil mi?”
Cevap almadan masasına ilerledi genç adam. Biraz oturdu. Bu gün bile ölürken, kayıp giderken avuçları arasından, zaman dediği, sadece köşeye atılmış bir anı olmaya başlıyor. Takvimler kararıyor, bu günden, bu günkü ”ondan” kalan tek şey karaladığı birkaç sayfa yazı oluyor.
Odasından hafifçe kafasını çıkaran editör Ahmet boşluğa bakan genç adama seslendi. ”Sen onu sevdiğinde tren istasyonları susar içinde, düğümü çözülür gözyaşlarının.” Ama ah be oğlum! Uzak dediğin nedir? ”Sana en uzak yer aslında sırtındır, bilmezsin.”’’