“Maalesef beyefendi, maksimum 3XL’a kadar üretiliyor bunlar…”
Burnunun altına indirdiği maskesini bir kere daha düzeltti. Asimetrik bir göz makyajı… Gözlerim her seferinde yıpranmış tırnaklarına takılıyor. Ojesi soyulmuş, manikürü gecikmiş. Parmaklarının eklemleri yeni yeni buruşmuş, elinin üstünde damarları seçiliyor, otuz beş yaşlarına tırmanıyor tahminen. Kulağında halka küpesi, eğilip kalkmaktan dağılmış saçları ve her sözde “kurumsal” çalışanın giydiği şu beyaz gömlek üstüne logolu süveter.
“Anlıyorum… Acaba stoklarınızda var mıdır 3XL, bir bakabilir misiniz rica etsem?”
“Tabii ki beyefendi!”
Ağzındaki mentollü sakızın kokusu ucuz naftalin kokusunu; cak cak çiğnemesi ise birbirinin aynı mağaza müziğini bastırıyor. Cıs, tak, cıs, tak, ama yavaşça; tahminen 96 BPM civarı.
Saçma şeylere odaklanmak, düşünmek istemediğim şeylerden uzak durmamı sağlıyor, üzgünüm; saçmalamam bu yüzden.
Yoksa düşüneceğim. Diyeceğim ki kendime; “sanki şekerci dükkanındayım ama ne dişim ne de dilim var. Yapbozun doğru parçasıyım, ama her kenarım yanlış kesilmiş, oturmuyorum yerime.” Diyeceğim ki “yaşayamıyorum, en iyi ihtimalle; bu yaşamak değil.” Düşünmek istemediğim şeyleri düşünmemi engellemek için düşündüğüm saçmalıkları bölüp, düşünmek istemediğim şeyler hakkında düşünmemi sağladığın için teşekkür ederim sevgili kendim; seninle eve dönünce külahları değişeceğiz.
“Bir tane kalmış beyefendi, buyurun, kabinlerimiz şu tarafta!”
Laf arasına girilmesinden hiç hoşlanmam ama o nereden bilsin kendi kendime konuştuğumu. Alelacele yarım düzine mavi kotu, gitmeden bıraktığı tişört yığınının üstünden alıp raflara yöneldi. Tişört yığını… Bazı konularda, aynı araçlarda olduğu gibi ehliyet sistemi bulunması lazım. Sen alışverişe diye gir dükkâna, eline aldığın her şeyi yığın halinde rastgele bir yere bırak. Markete gir, almaktan vazgeçtiğin yumurtayı iç çamaşırlarının üstüne bırak. Kaldırımın ortasına yayılarak yürü, tam ortasında dikil sohbet et. Ehliyeti olmayan alışveriş yapamasın, yürüyemesin kardeşim ya! Sırf sabır yontuyorlar başka bir şey değil! Kaldırım polisleri olsun mesela, kaldırım trafiğini sıkıştırana yazsın cezayı, hem istihdam olur! Mağazalarda da sosyal hizmet cezası verilsin, mağaza çalışanlarının yerine bir günlüğüne çalışsınlar. Bakın bakalım bir daha yapıyorlar mı!
Kendi kendimi paravan niyetine düşündüğüm konulardan çekip çıkardım ve elimdeki turuncu kapüşonlu kazağa baktım. Aradığım ton. Aradığım kesim. Aradığım şey. Beni en az iki hafta sırf sahip oldum için mutlu edecek; koyduğum çekmeceden çıkarıp uzaktan bakacağım, yüzüme bir gülümseme oturacak. Beni azıcık da olsa zayıf gösteren kontrastı yüksek lacivert kotumun üstüne giyerim, gri-turunculu spor ayakkabılarımla mükemmel olurlar. Bayıldım! Neyse ki pantolon da ayakkabı da üzerimde. Denediğimde tam olarak anlayabileceğim nasıl bir kombin olacağını. Ve evet, haftalardır internet dahil her yerde arıyorum; ve yine evet, mağazalarda olur da bulursam diye hep aynı kombin ile alışverişe çıkıyorum…
Kabine doğru koşar adım gidiyor, dezenfektan kokan yaylı kapılardan birinin içine dalıyorum. Şanslıyım ki boş, kapıyı çalamayacak kadar aklım havadaymış anlaşılan. Biraz sıkıştım da gerçi, eve gidene kadar tutabilir miyim acaba? Üstümdeki bol siyah tişörtü neredeyse yırtarcasına çıkarıyorum. Alışkanlık işte, yakasından tutarak çıkarıyorum hep, deformasyon kaçınılmaz. Şu kas yığını heriflerin giydiği dekolteli tişörtlere döndü iyice. Rengi de attı. Ama en azından üstüme oluyor, bu giymem için gayet yeterli bir sebep.
Ve boğuşma başlıyor. Ait olmadığım bir yere sığmaya çalışıyorum yeniden. Omuzları dar, kolları sıkıyor. İçime çektiğim karnıma kadar dahi indiremiyorum kodumun kumaş parçasını. Mutfaktaki en büyük bıçağı elimde tutup içime ağladığım geceler geliyor aklıma. Evet biliyorum. İnsanlar etten kemikten. Kendimi bir kütük gibi yontamam. Ama kaç kere bu vıcık vıcık, lömbür lömbür etimi vücudumdan bıçakla kesip atmak istedim bilmiyorum. Kemikten parmaklıkları yağ bağlamış bir kafesin içinde damarlarıma kelepçelenmiş bir haldeyim. Zaten alışverişte de maksat, çirkin kafese güzel bir kılıf.
İçinde sıkıştığım kılıfların arasında en güzeli bu turuncu kumaş parçası. Hareketimi kısıtlıyor, nefes almamı engelliyor ve bana kendimi kötü hissettiriyor. Ama en azından turuncu, turuncuyu severim.
Ben debelenip dururken, hıçkırmak üzereyken; yan kabinden, kendimden çıkmasını beklediğim hıçkırık seslerini duyuyorum.
“Yeter artık… yeter…”
Nefes çekişleri arasında başka kelimeler de vardı elbette. Ama anlamanız pek mümkün değil, tabii daha önce bir kabinde ağlamadıysanız.
Kader ortağıma seslenmek istedim, ne diyeceğimi düşünüyordum. Sesi git gide soğuyordu, yavaş yavaş kesildi. Dilimden “sanırım seni anlayabilecek biriyim, konuşmak ister misin” gibi bir soru döküldü. Soluk bir “yoruldum” kelimesi çıktı kabinin arkasından.
Ayakkabılarımın renkleri siyah, gri ve turuncudan ibaretti. Hâlâ beni boğmakla meşgul olan kazağı çıkarmayı başardığımda ise ayakkabılarıma bulaşan kırmızılığı gördüm. Zeminin soluk beyaz fayanslarla kaplı olması gerektiğinden emindim, ama kırmızı ve yapış yapıştı.
Ambulansın arkasından benimle birlikte bakan yirmi altı kişi yavaşça dağıldı. Yüz otuz beş kiloluk adamın yarı cansız bedenini altı kişi zar zor sedyeye taşıdık. Benim ve mağaza çalışanlarının ifadeleri çoktan alınmıştı. Elimde bileklerinden taşan kanı durdurmak için bastırdığım turuncu bez ile kırmızı-mavi ışıkların akşam karanlığında kayboluşunu izledim.
Tüm zamanların aynı anda yaşandığına dair bir teori vardı, değil mi? Zamanlar çakışır mıydı peki? Gelecek ve şimdi? O bıçak mutfaktaki bıçağa mı benziyordu, o adam da mı benimle aynı kıyafeti deniyordu?
Sanırım o kapüşonluyu almaktan vazgeçtim, pek de içime sinmemişti, yakışmazdı bana. Zaten kan lekesi kolay çıkmaz.