Tufan gelmeden önce o karanlık delikte düzenlenmiş büyük bir kaos vardı;
birimizin bile zor girdiği bu deliğe iki kişi, üç kişi aynı anda girmeye çalışıyor, aynı
anda dört kişi çıkmaya çalışıyor, giremeyenler beklemiyordu. Kimimiz
bayramdan kalma bir şekerin kırıntılarını, kimimiz yemeyeceği bilindiği halde
canı çekmesin diye bir bebeğe verilen simidin yerdeki susamlarını taşıyorduk.
İçerdekiler de içerdeki fazlalık toprakları, yeni kazılan tünellerin artığı olan
toprakları dışarı itiyorlardı. Tünelleri yapan mimarlar bir projeye gerek
kalmadan rastgele karşısına çıkan duvarları kazıyor, bu tünellere giren başka bir
mimar sola döndüğünde karşısına çıkan duvarı, ilk tünele girip sola yönelen ve
karşısında duvar görmeye katlanamayan bir diğer mimar sağına döndüğünde
karşısına çıkan toprağı kazıyordu. Tüneller bir ağacın kılcal köklerinden bile
daha dallı budaklıydı. Ancak bu kadar karışık bir ağ olmasına rağmen hiçbir
tünel hiçbir tünele ya da alana çıkmıyordu. Burası bir yer altı hanedanlığıydı.
Kraliçemiz bizi ikiye bölmüştü: dahiliye vatandaşı ve hariciye vatandaşı.
Kraliçemizin kulağına gitmesin ama beni amele işi gibi zor ve yorucu olan
hariciye vatandaşlığıyla görevlendirmişti. Hiç durmaksızın benim gibi
binlercesiyle içeri erzak taşıyordum. Kraliçemiz diğer hanedanlıkların yeni
buluşu olan elden ele sistemini yürürlüğe koymamakta diretiyordu. Sadece
nakliyat işleminde değil, tünel kazmada da eski usül olan rastgelelik sisteminde
diretiyordu. Ata geleneğine yüz çevirmekten korku duyuyordu. Bana kalırsa
kraliçemiz artık bunamış ve hanedanlığı iyi yönetemiyordu. Ancak kimse ses
çıkaramıyordu, eğer biri herhangi bir asilikte bulunursa, kraliçe ulaklarıyla ölüm
fermanını bize ulaştırıyor, bu fermanda yazılı son görevimiz olan taze yaprak,
şeker ve tuz toplama emrini yerine getirip bunları kraliçenin önüne sunuyor ve
o uzuvlarımızı koparıp ayırıyor, sonra lezzetli olan vücudumuzu kendimizin
getirdiği yaprak ve tuzla marine edip halkın önünde kemiriyordu. Geri kalan
uzuvlarımızı ise şekere bulayıp iştahlansınlar diye çocuklara gösteriyor, zaten
fahiş vergilerden dolayı fakir düşen aileler de çocuklarının ağzından akan
sularına daha fazla dayanmayıp bu şekerlemeleri almak zorunda kalıyordu. Rın,
Ca ve benim beraber kurduğumuz muhalif örgüt kraliçenin kulağına gitmişti.
Belki örgüt üyelerimizden bir hain, belki örgüt üyeleriyle olan iletişimimize sızan
bir parazit ya da hanedan yalakası kısa bir süre sonra gerçekleştirmeyi
planladığımız devrimi kraliçeye ispiyonlamıştı. Ama içimizden bir hain olsaydı
bu, sadece Rın, Ca ve beni aramakla yetinmez, doksan yedi kişilik bir katliam
yapardı. Çünkü bu hain sadece bizi değil, örgüt üyelerinin kimler olduğunu
bildiğinden örgüt üyelerini de ispiyonlardı. Kraliçe her yerde bizi arıyordu. Dışarıda barınamayacağımız için Ka, Ca ve ben hariciye
görevimizi bırakıp içerde yeni tüneller kazıp oralarda saklanıyorduk.
Muhafızların kazdığı tünellerin sesi bizim duvarlarımıza yaklaşınca hemen bir
başka tünel kazıyorduk. Hangi yöne gittiğimizi belli etmemek ve zaman
kazanmak için Ka başka yerlere de tünel kazıyor ve yeteri kadar ilerlediğinde
tüneli yarıda bırakıp hemen bizim yanımıza dönüyordu. Erzağımız kıtı kıtına
yetiyordu ve hatta hanedanlıktan uzaklaştıkça hiç yetmemeye başlıyordu.
Örgüttekilerden erzak alabilmek için onların kazdığı diğer tünelleri bulmaya
çalışıyorduk ancak bunu amaçlayarak kazdığımızda hiçbir zaman onları
bulamıyorduk, muhafızlardan kaçmak amacıyla kazdığımız tünellerin ucu bazen
tesadüfen örgüttekilerin tünellerine çıkıyordu ve ancak o zaman, muhafızlarla
aramızdaki mesafenin niceliğine göre onlardan erzak temin edebiliyorduk. Ka
muhafızlar bizi kovalarken onları oyalamak amacıyla kazdığı tünellerden birini
kazarken muhafızlar onu bacağından yakalamıştı. Yüzünü göremesek de ürkek
bir kedinin yakalanıp kucağa alındığında kaçmak için kıvranması gibi kıvranan,
tüneli toza toprağa katan diğer bacağını görmüştük. Hiç vaktimiz yoktu. Onu
kurtaramadan kaçmaya devam ettik. Kaçarken kazdığımız tünelin ucu
örgütümüzdekilerin tünellerinden birine çıktı ve biz aceleyle kaçarken onların
tüneline düştük. Hemen düştüğümüz deliği toprakla kapadılar. Bize
güveniyorlardı. Kraliçenin bizim haberimizi aldığından beri gizliden gizliye
silahlanmışlar ve devrim için gereken özgüveni ve cesareti toplamışlardı. Bir
yandan da Ka’nın muhafızlar tarafından yakalandığı haberi onları iyice
azdırmıştı. İşte tam sırasıydı! Hep beraber kraliçenin tahtına doğru emin adımlarla silahlarımızı kuşanıp
ilerliyorduk. Damarlarımızdaki kan da aynı bizim tünellerdeki güçlü ilerleyişimiz
gibi damardan tünellerde hızla ilerliyordu. Kraliçenin odasına çok az kalmıştı.
Muhafızlar her yerde bizi arıyordu. Niyetimiz kraliçeyi tek başına yakalamaktı.
Sonunda onu bizim inşa ettiğimiz tahttan tozlu toprağa atacaktık. Yüzü toprağa
değecekti, vücudu hareket etmenin ne demek olduğunu öğrenecekti. İstesek
bütün örgüt dışarı çıkıp kendi hanedanlığımızı kurabilirdik, ama dışarı çıkmaya
gücü yetmeyecek çocukları ve yaşlıları bu zalim kraliçenin eline bırakmaya
gönlümüz el vermiyordu. Bu gibi durumlar örgütümüzün vicdanına aykırıydı.
Kraliçenin odasına vardığımızda neye uğradığımızı şaşırmıştık, başından beri
muhafızlar ve örgütümüzdeki bazı hainler bize oyun oynamış, kraliçenin odasına
kendi ayaklarımızla gelmemizi sağlamışlardı. Muhafızlar usul usul hep bizi takip
etmiş, bizden önce kraliçenin odasına varmışlardı. Bu putları yıkmaya gücümüz
yetemezdi, içimizdeki hainler de muhafızlara katılınca neredeyse hiç şansımız
kalmamıştı. Mahşer günü gelmişti, bu odada yaşanıyordu, hiçbir şeyde acele
yoktu, zaman durmuştu, etrafa ölüm sessizliği hakimdi. Su şırıltısı bu sessizliği
bozmuştu, odadaki toprak kararmış, ağırlaşmış, üzerimize çökecekti. Bazı
tünellerden su dolmaya başlamıştı bile. Herkes tünellere dağılmaya başlamıştı,
kimse birbirini tanımıyordu, birbirilerini eziyorlardı kaçmak için. Ben Rın’ı
aramaya başladım, aslında bana sesleniyormuş yanına gelmem için, ama ben
olayın şokuyla hiçbir şey duymamıştım. Sonunda onu fark ettim ve yanına
gittim. Beraber dışarı çıkmaya çalışıyorduk. Yolu zaten biz seçemiyorduk,
tünellerden akan su seçiyordu, nerede yoksa su, oradan gidiyorduk. Dışarı çıkan
son tünelde su akıyordu, ama ölmemek için suya girdik ve dışarı çıktık, büyük,
metal ve paslı bir borudan su dökülüyordu. Yanında iki tane ayak, gökyüzünde
bir surat vardı, bize bakıyordu. Altında hanedanlığımızın bulunduğu ağacın
çimlerden ayrılan toprak krateri göle dönmüştü, dışarı çıkmayı başaranlar
yüzmeye çalışıyordu. Ka’nın yazarken öldüğü bu devrim anımızı tamamlamam
gerekiyordu ki bizden sonrakiler topraklarımızın ilerde mitleşecek bu hikayesini
çocuklarına anlatsın. Rın’ın bu suda boğulduğunu da ben boğulmadan önce
hemen buraya…
-Ahmet Gür