Bana uzak memleketlerden bahsettin. O günden beri düşlerimde bir treni yola koyulurken görüyorum. Bir incir yaprağı üzerinden okuyorum hayatı. Elimde tuttuğum fenerin ateşinde sözlerimi yakıyorum, ışığı içimde rastgele bir yeri aydınlatıyor. İçimin paslı çehrelerinde görüyorum benim için yazın bittiğini. Hakikatin bir adım gerisindeyim, bu kaçıştan haz duyuyorum.

Bir taşı cebime koyarak üç kuşu yaşatıyorum. Bu kuşlar hakkında üç sayfa mektup yazıyorum. Bir şarkı mırıldanıyorum öyle kendi kendime, kimden öğrendim bilmiyorum. Tüm bunlar olup biterken dut ağaçları bir karış uzuyor. Aklımın içinde ne kaldıysa alıp dışarı atıyor bir ses. Bir önceki yaz ölmüş birinin okuyamayacağı bu mektupları yakıyorum. Ellerimin sebep olduğu yangınlara ben çok daha evvelki zamanlardan aşinayım.

Çığlıklar atıp avaz avaz geçen yazın ardından ölü bir göle benzedim. Kâinatın en mükemmel şeyi yıldızlardır, bizden uzaktır. Onlara bakan gözlerimi kapatıyorum. Kalbim çarpıyor, yine çarpacak. Duvarlar bizi ayıracak buğdayların sarı sonsuzluğundan. Ağaç olmayı seven tüm ağaçlar ve deniz olmak isteyen sular ölmek zorunda kalacaklar. Başını dizlerime koymuş, bana yıldızları sormuş yeşilce gözlü çocuğun kanlı ve delik şakağında dolaşıyor parmaklarım. Taşları yosunlaşmış bu duvarı bizim için ördüler.

Oysa ben gözlerinde gördüm yıldızları. Yıldız suların türküsünü ve bunun gözlerdeki tadını düşün. Beyaz akşamların koynunda ancak bir yüzyıl sürer ölümün acısı. Yalnızca uçurumlara ve cellatlara has kadim bir dua unutturabilir susuzluktan ölene susuzluğunu. Atları ve geceyi aynı suda uzun uzun boğarım. Usumdaki kuşlar, tıpkı ölüler gibi soyunmuştur artık korkularından. Büyük laciverdî bahçedeki narın içinde sabah oldu ve birden bire durdu tren. Bu, senin düşün olsun; ben düş göremem.