Sevgili Hocam,
Melike Çatalkaya’ya ithafen

Mia,
Gün nasıl ışır biliyor musun? Senin gözlerinden demeyeceğim. Bakışından demeyeceğim, derin bir iç çekiş olan; çatlak bir sızı gülümseyişinle ya da kırmızıya çalan dudaklarının tenime değmesi değil, unutulmak kelimesinin ansımak ile bir payda alması birçoğuna göre boynundan yayılan o koku, ışımak, yani düzensiz bir betimleme olan biz; resmedilmek için yan yana gece ile gündüzü keskin çizgileriyle ayırıyor gibi yan yana ve telaşlı kalp çarpıntılarımızla nefesimizin birbirine karışıp ahenkle değil, ritmik ama dağılmaya daha yakın umudumla ışıması belki de, belki de toparlanma sürecine giren bir metinin her kelimesinde seni sorgulamam ve kelimelerin kendi aralarında tartışması, bir sesleniş, bir kavram olarak sevda ile kenetlenmiş yalnızlık “ölmeyeceğiz, biliyorum” demen, yani bana söylemen; bir travma haliyle seni anlatmam, hayır, seni değil; sen olamayacak, olsa da benzeştiği yerlerde noktaları kullanmayan bir hikayeyi anlatmam ne kadar doğru olabilir? Bir betimleme geçiyor zihnimden, beni rahatsızlığa sürükleyecek gece esmeri bir kadın, haliyle düzene yabancı ve benim getirdiklerime; demeyeceğim sana, sen uyandığında ölümden kıl payı kurtulmuş halinle battaniyeni dudaklarından boynuna indiriyorsun ve elbette diyorsun elbette, yavaşça yatağından kalkıp pencereye uzanıyorsun ellerini cama değdirirken zaman zaman gelen tereddütlerin biriyle ya cam soğuksa diyor fark ediyorsun parmakların sakin senin parmakların bir yağmur tanesiyle birlikte kaymadığı sürece sakin ufak ufak nefesler alıp dayanabilir miyim diye soruyorsun hayır tabii ki kendine değil doğaya soruyorsun sensin doğa doğada sen anlaşıyorsunuz ikiniz ağaç gövdelerinden seken seslerin ki bu sesler boğazkesen bir rüzgâr olabilir bir böceğin anteninden istihbarat olabilir yeni doğurmuş bir kurdun uluması yıldız ışımalarının bulutların arasından geçişindeki sürtünme sesleri menzili geniş bir yılanın toprağın altında süzülmesi alacalı bir meltemle birbirine kafa tokuşturan iki yaprağın sesi gün ışıyor ve Mia boynuna neden boynuna anlamadım boynuna düşen siyahlığını gözlerinden almış saçlarınla bir parmak mesafesindeki kendine susacak mısın susacak mıyız bugün de anlamıyorum diyorsun bugün de mi susacağım bana seslenen bir adamın karşısında, susuyorsun Mia. Ben, seni olağan betimlemelerle anlatırken, susuyorsun. Yani gün öyle olması gerektiği için ışımıyor Mia.

Yazılmış bir adam olmaktan ziyade, bir yağlı boya tablosu olmak istiyorum Mia. Tuvalde derin çatlaklara sızıp birbirine karışan renkler olmak istiyorum. Hep var olup ama birçok hata sonucunda yüzünü saklayan bir adam olmak… Yaşlılığın iç çekişiyle durup durup gençliğimi hatırlamak istiyorum. İsyan perdelerinin anlamsız bir kapanışı var. Bugün sokakta bir çocuk keman telleriyle boğulabilir mesela. Mesela avuçlarını insanlara doğrultan bir kadın ağlayabilir, ağlamaktan öte haykırabilir. Zamanla yüzleri kirli menekşelere benzeyen insanlar bir dönemeçte nefes alabilir ve kokusu dağılan bir bebek kimlik bunalımına girebilir. Her şey olabilir.

***

Yine o günlerden biriydi. Sana çokça bahsettiğim, bir bunalımın ertesinde olduğum zamanlarda. Sürekli sarhoş gezdiğim ve ‘insanlar beni neden anlamıyor’ sorusunun peşinde olduğum günler. Ta ki sorunun benim peşimde olduğunu anlayana kadar… İnsanların beni anlamasına gerek yoktu, onlar beni anlasın diye çabalıyor muydum? Yani hastalığa yakalanmamın az öncesindeydim. Hatırlıyor musun? Sana, omuzlarında uyuyabildiğim hastanede her şeyi anlatmıştım. Karın dizlerime kadar geldiği kış günleri, kendimi kurtuluşumu sorgulamadığım bir köyde buldum. Sıra sıra dağılmış evlerin ortasında. Bacalarından beyaz bir sis yükseliyor sürekli, dayanmak çok zor diye düşünüyordum. O gece seni tanımıyordum; seni tanımıyorken, sana yazdığım ilk mektuba bir köy evinin kapısının açılmasıyla başladım. Meydandaydım, yarı silik devrimci montumla sakallarımdan bihaber etrafa bakıyordum. Bilincim anlamadan ağlıyordum. Nerede yatacağım sorusuna değil, ne yiyeceğim, donacak mıyım, neredeyim ben sorularına değil. Ben anlaşılmayacak ne yaptım sorusuna ağlıyordum ve ağlamanın bir onuru var mıdır sorusunun da çok uzağındaydım. Dimdik duruyorken, bir çocuk ellerime dokundu ve beni titretecek kadar sıcaktı. Kimdi bu çocuk? Ellerime neden parmak uçlarını değdirmişti? Kafamı ona eğdiğimde tebessüm ediyordu. Ellerimden tuttu, çekti beni. Aralanmış kapıya yavaş yavaş adımladım, zihnimde tekrarlayacak bir isme sahip değildim. Kapının önüne geldiğimde, bir adam gülümsüyor anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyordu. Şimdi ne anlamı kalıyor bunların. Hiç yaşanmamış anılara sahip olduğumu tekrarlıyorum ama yaşadıklarımla karıştırdığım zamanları da anlamıyorum. Adamı anlamıyormuşum çünkü kulaklarımın donduğunun farkında değilmişim. O gece sana yazdığım gibi yazıyorum bunu ama o gece müziğin ritmiyle titreyen bir mum alevi yoktu. Duvarlara asılı birkaç tane gaz lambası ve alevi odunun içinde dans eden bir soba vardı. Çıtırtıları ne zaman bir kalabalığın içine girsem kulaklarımda. Ağzım açık, ağlar gibi ve sarsak, adamın karşısında durduğumda beni deli zannettiklerini tahmin ediyordum. Gece boyu konuşulanları anlamadım. Aynı dili konuşuyorken, aynı ritimleri ve coğrafyayı paylaşıyorken hiçbir şeyi anlamadım çünkü kulaklarımın çözüldüğünün farkında değildim. Çünkü kendimi anlamadığım bir dile inandırmıştım. Yarım kalıyordu bana göre çünkü. Çünkü insanın iyice dinlemediğini biliyordum. Her şey sebepsizdi çünkü. Yaşam çünkü bahsedilenlerin ötesinde hissedilmeliydi. Çünkü gülümsüyorlardı, ben ne olduğunu anlamıyordum. Ölgün bir ay kulaklarıma batıyordu ve ben her şeyi onlarla duyacağıma inanıyordum. Çünkü duymuyordum ve ses tellerinden çıkan sevgi beni ansıtıyordu yaşamış olduğum düşlere.

Mia, biz neden yan yana değiliz? Kör olduğum zamanlarda bana bağışlanan sevgilim. Hastanenin tek kişilik yataklarında iki beden, tek kalp ve iki gözle neden uyuyamıyoruz? Tekrarlıyorlar bana ama görüyorum ki Angel ölü. Bizim sevgili küçüğümüz. Bana ansıdığım masalları tekrar oku, çünkü sen sıcaklığınla; yani sesinle, yani sen unutulup unutulup tekrar hatırlanan bir şiir, sen, inandırıyorsun beni ve tebessüm ediyorum. Pencereleri gizlice açıp sigara içtiğim zamanlardaki heyecanını hatırla. Hani yaşıyorduk biz, kimse unutmayacaktı bizi. Öncelikle de biz unutmayacaktık. Yoksa unutulmamak için mi yazdığımı söylüyorsun evet tekrar fısılda bana sevdiğim tekrar ben buradayım unutmuşum ne güzel kıkırdadığını bekliyorum sadece neyi sen böyle tek kelimelik soruları nereden öğrendin yaşıyorum seninle seninle yalnızlaşıyorum beni sen öğreniyorsun seni ben öğreniyorum. Mia, gitme şimdi. Gitmeliyim. Oysa ben sadece… ben… sadece… yazıyorum… yazmak bir bahane… senin için.

Omuzlarımdan tutup beni içeri çekti. Sobanın yanına götürüp, oturttu. Ellerime sıcak, nemli havlular getirdiler. Hala ölecekmişim gibi nefes alıyordum. Şaşkın şaşkın yere bakıyor, zihnimin duvarlarına vuran hiçbir soruyu anlamıyordum. İçimde dolup taşan bir kırgınlık, yok oluyordu. Ben onları anlamaya çabalamıyordum. Adam havluları elimden aldıktan sonra birbirine geçmiş parmaklarımı açmaya başladı. Görmeye başlamıştım. Mia, insanlar gözleriyle tebessüm edebiliyordu. Çok soğuk olan günlerde ben anlamadan göğsüme kıvrılman gibi bir şefkat bu. Önüme bir sofra serildi, adam mantomu çıkartmaya çalıştı. İzin vermedim. Omuzlarımı okşadı, bedenimi sıkmayı bıraktım. Hanımı ve çocukları köşeye dizilmiş bizi izliyorlardı. Mantomu katlayıp yanıma koydu. Küçük bir kız çocuğu bir tas çorba getirdi, yanında soğan ve biraz da ekmek vardı. Yüzümdeki buz çözülüyordu ve ağlayan bir adamın suratındaki damlalar gibi yanaklarımdan süzülüyordu. Çorbayı seyrettim. Açtım. Yemek yemek için bir karar vermeliyim, demeye başladım. O sırada adam kaşığı çorbaya daldırıp ağzıma getirdi. Gözlerine baktım. Hafif yoksundum, biraz utanmış ve anlaşılmış bir bilinçle bekliyordum. Gözlerine baktım ve bileklerimi oynatabileceğimi hissettim. Parmaklarımdan gelen çıtırtılarla adamın elindeki kaşığa uzandım. Bu sefer şaşıran oydu. Kaşığı alıp, ağzıma götürürken gelen kokunun bir başka özleme dâhil olduğunu anladım. Özlemin ırkları vardı. Kar yanığı bir kokuydu bu, mercimeğin buharıyla birlikte suratıma çarpıyordu. Öyle bize verilen garip bitkilerden yapılmış, bir çorbaya benzemiyordu. İlk kaşığı yuttuğumda annemin günlerdir benden haber alamayışının ardından ağladığını hissettim. Babam sinirlidir şimdi. Koltuğuna oturmuş, konuşmuyordur. Belki de onlara bunu yapmamalıydım ama yaşamak zorunda olduğum bu hayat bana verilmişti. Tekrar bir sebep arıyordum ki yanağımda küçük bir öpücük hissettim. Şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Herkes sessizliğe bürünmüştü ve sessizliğinde ırkları vardı… İçimde öldürme isteği ile birlikte bir korku uyanıyordu. Alnımdaki damarlar çatlayacak gibi sertleşmiş, bir başka kimliğe bürünmem için her şey hazırdı. Ellerim titremeye başlamıştı. Yanıyordum, sinirden ve kırıp dökme isteğinden bedenimi alamıyordum. Yavaşça, başımı sola doğru çevirdim ve hala gülen, gülerken gözleri içine kaçan bir bebek gördüm. Parmaklarıyla beni gösteriyor, durmadan gülüyordu. Dudaklarım gerisin geriye çekildi, gülümsemeye başladım. Bir süre sonra kahkaha atmaya hatta kendimi tutamayıp çorbanın bir kısmını döktüm. Hep birlikte gülmeye başladık. Onlarda sofraya oturdular. Bebek dizlerimin dibine çöktü, garip gurup sesler çıkartıp benimle oynuyordu. Bedenime tırmanmaya çalışıyor, başaramayıp düşüyor, tekrar tekrar deniyordu. Yaşamaya çalışıyordum. Çatal kaşık sesleri, benim anlamadığım dilde anlatılan hikâyeler, çocukların birbirine sataşmaları ve yabancı bir memlekette sıcak bir aile vardı.

Mia sadece burada değilmişim gibi hissediyorum. Zaman zaman kuruntulu bir aile babasıyım, kahvehanede çay bekleyen bir işçi, Atlantik’te bir kaptan ve çoğu kez alevim ben, özlemim. Şimdi bakıldığında düzenli görünen bir hayatım var. Bir evim, masam ve kitaplarım. Sokağa çıktığımda eğer yağmur yağıyorsa şemsiye açabiliyorum mesela. Sen yoksun. Bedenimi paltomun altına gizleyebiliyorum, insanlara gülebiliyorum. En azından börekçinin önünden geçerken iki simit alabiliyorum. Yalnız kalabiliyorum. Bir çağı hiç yaşamamış gibi çılgınca dolaşabiliyorum Mia ve bir ailemin olduğunu unutuyorum. İki kız çocuğu, bir oğlan ve bir bebek sürekli ses çıkartıyordu. Gaz lambaları sürekli titriyor ve camın ardından uyuma vakti, diye sesleniyordu. Sofrayı hızla topladılar. Adam bana döşeği gösterip bir şeyler mırıldandı. Kadın elinde iki tane odunla odaya girip, sobanın arkasına bıraktı. Kızlar yastığı, yorganı getirdiler. Yer yatağına bakıyordum. Odanın köşesine kurulmuş, sobanın sıcağını yüzümde hissedeceğim yatağa. Adam başıyla beni selamlayıp çıktı. Cebimden hemen kalem ve kâğıdı çıkarttım. Döşekten hafifçe yere sarkıp bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm. Aklımda bir soru işareti ile sobaya baktım, evde sadece bir tane vardı.  Kıran kırana geçen bu dağ soğuğunda ne yapmam gerektiğinden emin değildim. Aslında unutulması gereken bir yabancıydım, bencillik yapılması gereken biriydim. İnce işlemeli, hafif koyun hafif yeşil sabun kokan yastığa kafamı koyduğumda bir cümleyi düşündüm. Yine o günlerden biriydi. Bununla başlayacaktım yazmaya. Yorganı açıp, kalbime kadar çektim. Bencilliğimi düşünüyordum. Sonra bencilliği mi yoksa yapılan fedakârlığı mı düşünmek gerektiğini düşündüm. Mia inan bana kimin bu kalp ve eller bilmiyorum. Dayanamadım, yorganı üzerimden atıp odadan çıktım. Koridora çıktığımda geriye iki kapı kalmıştı. Biri dış kapıydı, diğeri onların uyuduğu odanın olmalıydı. Adamdan başka kimseyi uyandırmamak için dokundurarak tıklattım. Bekledim ve az sonra adam, bir şeye mi ihtiyacın var, ifadesiyle belirdi. Sobayı gösterdim. Odunlara yöneldi, kolundan tuttum. Ailesini gösterip sonra odanın penceresinden dışarıya baktım. Hala yağıyordu.  Anlamıyordu, bir kelime bulmalıydım. Ne söyleyebilirdim ki… Fısıltı ile, kar, dedim. Gülümsedi, kapıyı yavaşça araladı. Bütün bir aile iç içe geçmiş, iki yorganın altında uyuyordu. Gözlerimden bir damla yaş süzüldüğünü hissettim. Peki dedim, peki. Birinin diğerine sarılarak uyumasının sobanın sıcaklığından bile daha yeterli olacağını unuttuğum zamanlardı işte. Odaya geçtiğimde kalemi elime aldım… Yine o günlerden biriydi.

seni tanıdıkça aklımda netleşti acılarından besleniyorsun hayır dersem sende bir etkisi olacak mı ki şimdi bu soruyu duymuyorsun zaten insan acılarından beslenebilir mi insan acıyı kabullenmeli Mia durmadan beni tanıdığını söylüyorsun senin tanıdığın kadarıyla aslında beş para etmez biri gibiyim asla böyle söylemedim ben oysa her şey güzel olabilirdi hem senin dediğin gibi gidişinin ardından ne bu şehre kadere ve kendime kızıyorum zaman zaman çantamda unuttuğun papatya ile dertleşiyorum bir papatya unutulmamalıydı mesela sana sarılabiliyordum korktum anlamalısın bunu ilk defa gelişin gözlerimi doldurmuyor dur yanılmışım şimdi başladı mum alevini suda kırılıyormuş gibi görmem sen ağlayabiliyor muydun ben ağlıyorum tabii hem de çok belki her gün tamam tamam her gün olmasa da ağlıyorum yani acılarımdan beslenmiyorum gerekli görmediklerimi kullanıyorum sadece unutmak aşaması asla tamamlanmıyor ama sıradanlaştırdığın ölçüde önemsizleşiyor heveslerimle kullanıyorum hepsini boynumu öpmeyi bırakır mısın saçlarımla da oynama şimdi olmaz ciddi mevzuları konuşuyoruz burada peki sen de ne huysuz çıktın ya hu güldürme beni ben miyim huysuz parmaklarına dokunana kadar canım çıktı beni özlüyor musun konuyu neden değiştiriyorsunuz anlamıyorum çünkü senin bu cümlelerine  kendimde bir karşılık bulamıyorum her şeye bir karşılık olması mı lazım sen ve senin şu mantığın öldürüyor beni hem papatyalarda beyaz beyaz küflendi biraz şeker ve bir damla domestos da kurtarmadı. Sana kızgın değilim, ben gidiyorum.

Sabah uyandığımda Mia, buğulanmış pencereye bir serçe, gagasıyla vuruyordu. Tık tık, tık tık… Uyanır uyanmaz anlamıştım aslında, yine o günlerden biriydi.