Yağmur yağıyordu o gün. Koca bir şehri kızdırmaktan içten içe zevk alırcasına, fütursuzca gökyüzünden dökülüyordu damlalar.

Tatlı bir telaş okunuyordu koşturan insanların yüzlerinde. Biraz kararsızlık, biraz da endişenin altında gizli haz. Tıpkı bütün beklenmedik olayların yaptığı gibi.

Damlalar lagünün yeşil sularına karışırken, dar sokakları ayıran minik köprülerden birinin üstünde, tahta korkuluklara yaslanıp şehri inceliyordu. Adanın taştan evlerini, yerli halkın şiir misali konuşmalarını dinledi uzun bir süre.

Sonra arka sokaklarda yürümeye başladı köprüden usulca inip. Kalabalığı her adımda biraz daha geride bıraktıkça kendisiyle baş başa kaldığını hissediyor, bundan o endişeyle karışık hazzı alıyordu.

Küçük bir kanala bakan üniversite bahçesine girdi soğuk havayı teninde hissederek. Basamakları suyun içinde kalmış arka merdivenlere gitti doğruca, elinde kırık tahta parçalarıyla. Yosunların arkadaşlık ettiği demir kapı dalgaların etkisiyle öylesine paslanmıştı ki sahneye inandırıcılık katıyordu adeta.

Acelesi olmayan gondollar ağır ağır Büyük Kanal’a açılırken durmuştu yağmur. Güneş ise yerini aya bırakmak için hazırlanmaya başlamıştı, tüm gün süren yağmuru gururuna yediremezcesine. Küçük dalgalar gondolu okşarken o, karşıdaki adalara bakmakla yetiniyordu.

Venedik her yağmurdan sonra farklı görünecekti; yağan hiçbir yağmurun aynı olmayacağı gibi.

Yağmur yağıyordu o gün, ama ne şehrin tanık olduğu ilk yağmurdu, ne de sonuncu olacaktı.