Canlılığından hiçbir şey kaybetmeden tıpkı yüz yıl öncesinde de olduğu gibi baharı bekleyen bir ağaç misali bekliyorsun dolunayın çağrısını. Bir yerlerde yaşıyor ve denize götürüyorsun aldıklarını. Işıkları yakmıyor, imla hatalarıyla dolu bir hayat yaşıyorsun. Kolunda saat yok, zamanını hiç bilmiyorsun. Daha ne söyleyeyim?

Annemi gökyüzünün mavi olmadığına inandıramadığım gibi, yaşıyormuşçasına koluma takıp da gezdiremezdim bir ölüyü Arnavut kaldırımlı bu sokakta. Deprem olacak sanrısıyla uyanıp kendimi can havliyle dışarı attığımda aslında içimde kopan büyük vaveylaya, dünyanın, henüz doğmakta olan güneşin şavkıyla gözlerimi kamaştırmaktan başka bir tepkisi olmamıştı. O zaman anlamıştım ne bu gecede ne de başka gecelerde büyük hikmetler aramamak gerektiğini.

Kâinatı yedi günde yarattı Tanrı ve küçük serçenin usulca konduğu gibi bir körpe dala, kondurdu ruhuma acıyı. İşte bu acı; ellerim, gözlerim kadar benim. İçimdeki kaçma isteğini bastırmak isterken aklımı kaçırıyorum. Oturup soluklanıyor, bir soğuk su içiyorum. Zor topluyorum kendimi sokaktan. Senin hayatına son veren eylemler benim için hayatın ta kendisi oluyor. Toprak ananın koyu yeşil saçlarını okşuyor ve senin genç gözlerine dalıp gidiyorum. Bak, bu gördüklerin yaz insanlarından çok başka insanlar. İşte bu duyduğun akşam beş otuz Karaköy vapuru, akşam yayınının sesi ve ölülerimizin asla yok olmayan sesleri.

Biliyorsun sen olmadan yön bilmez bir göçmen kuşum. Senin yüzünle karşılaşınca ben, kırılıyor mutfağımda çini kâseler. Yüzyıllardan devşirdiğim, uğruna can verilecek bir sırrım var. Annen kapıyor sana gözlerini, gözlerin üç gece kadar kara. Çehrende beliriyor henüz doğadan öldürdüğün günlerin. Sahiden dünyada hiç mi yer yok bana? İstersen giderim, bunları hiç söylememiş olurum. Ama bil ki ben gidersem İstanbul düşer, Galata’yı yerle bir ederler.