babaannemin evinde kaldığım geceleri hatırlıyorum. tahtaları çürümüş yatakta, üstümde toprak gibi ağır bir yorganla uzanışımı hatırlıyorum. bacaklarım -ve kollarım- duraksızdı ama kıpırdatamıyordum. geceleri ev normale göre daha sessizdi. televizyondan gelen türkü sesleri güneşle beraber gitse de hâlâ sessizliği bozan, gözüme uyku sokmayan bir şey vardı. yatağımla bir duvar paylaşan, yan odada asılı saatin sesi. alnıma saniyede bir akan su damlaları gibi… zaman işkence eder, zaman öldürür. sadece kalbi durdurmakla, nefesi kesmekle de değil. mesela dedem damar tıkanıklığı ameliyatından sonra öldü. kalbi çalışıyordu, damarları açılmıştı, sigarayı da bırakmıştı zar zor, temiz hava dönüyordu artık ciğerlerinde ama hiçbir zaman aramıza döndüğünü hissedemedim. kendi zihninde bir turist gibiydi, babamın ankaradan istanbula elinde yalnızca bir adresle gidip dedemi bulduğu bir anıda kaybolmuştu. saat başı onu anlatırdı. arkasında sadece basit insan fonksiyonlarını yerine getirebilen boş bir vücut bırakmıştı. kusursuz bir intihar! babaannem ise kendimi bildim bileli ölüydü, belki ölü doğmuştu belki de şehir onu yormuştu. babaannem, öldüğünü biliyordu da herkesi onunla beraber toprağın bir karış altında sanıyordu. böyle normalleştirmişti belki hâlâ bize dokunup öpebilmesini. ölen sevdiklerinin ve kendinin ardından ağlamakla geçiyordu günleri. evine sarılmış bir hayaletti. ben de bu cenaze evinde saatin ritmik tik taklarıyla oluşturduğu cenaze marşı eşliğinde tavanı izliyordum. benim orada yatmam onlara hayat veriyor gibi hissediyordum hep ama benden kopuyordu o hayat. ölümden korkuyordum o zamanlar. yine de yaşamak için koca bir ömür vardı önümde, birazını onlara versem ne yazar. neyse ki acıyordum beni var eden cesedin gözyaşlarına ve anlamadığım bir dildeki feryatlarına. morarmış bacaklar, eve sinmiş hastane kokuları, ilaç paketi yığınları, soğuk duvarlar ve bu soğuk duvarların birinde asılı olan kapatmaktan dahi korktuğum o antika saat… 12 yaşında bir çocuğun bile gözlerinin arasına ölümü asıyordu. her tikte, her takta daha da derine batıyordu. ölümü sindirirken tavandaki çıkıntı yıldızları sayıyordum. her yıldızda daha da ağırlaşıyordu gözlerim ama yine de uyuyamıyordum. ton çeken göz kapaklarımı açamıyordum ama her şeyi duyabiliyordum hâlâ. odanın karşısındaki tuvalet ışığının cızırtısını, mutfakta kaynayan suyun duvara çarpan damlalarını, koridordan gelen adım seslerini ve onları takip eden kapının gıcırdama sesini… kapı açıldığında kısa bir sessizlik olmuştu. sonra yere düşen tek bir damla duydum. tik tak sesleri kesilmişti. yere düşen damla zaman için bir ağıttı. söyleyecek son bir çift sözü yoktu kimsenin. ev ilk defa sessizdi. artık uyuyabilirdim.