“Halil Hoca mı geldi?”

 

Kliniğe dün gece yeni yatışı yapılmış olan hastaların dosyalarını inceliyordum. Üzerinde onlarca doktorun parmak izi olan, içine yüzlerce hastanın bilgileri koyulup çıkarılmış kirli beyaz kapaklı dosyalar. Önümde hastanenin temposuna yetişmekte çok zorlanan masaüstü bilgisayar, barkod cihazı, yazıcı; ayağıma dolanan kablolar yığınının arasına düşmüş kağıtlar. Asistan odamızın dışından Hoca’nın tok sesini duyar gibi olmuştum. 

 

“Evet, hemşire odasına uğradı, gelir şimdi.” dedi personelimiz Refiye Abla. “Çayınızdan alabilir miyim?”

 

“Tabi ki Refiye Abla, hatta hocaya da koysana sana zahmet.”

 

Dosya bilgilerini on parmak klavye kullanarak bilgisayara geçiriyordum; Refiye Abla, odadaki her şey kadar kirli görünen boz bulanık renkli çay makinesinden üzerinde bilmem hangi ilaç firmasının logosu olan kupaya çay koyarken. Çayın lıkır lıkır bardağa dökülme sesi içimi ısıtıyordu. Hoca odaya girmeden günün angarya işlerini bitirmiştim.

 

Dosyaları çay makinesini koyduğumuz taburenin hemen yanındaki devlet kapısı griliğindeki küçük dolaba kaldırdım, ellerimi sıcacık kalorifer peteğine  koyup camdan dışarı baktım. Hava ocak ayı standartlarına göre epey ılık ve yağışsız sayılırdı. Minik şirin mavi binamız hastanenin ana binasından uzakça bir köşedeydi. Hastane kampüsündeki ormanın ilerisinde çıkışa da yakın bir yerde. Ormandan geçtikten sonra iki yanında çalılık olan patikadan ilerliyordunuz, mavi binanın basamaklarını çıkıyordunuz ve en azından bu aşamada artık N95 maskeleri yüzünüze örtmekte fayda vardı, çünkü binanın bir tarafı tüberküloz hastaları içindi. Diğer tarafı normal hastalar ve bir de mahkum koğuşu. Gardiyanların soğuk demir kapıların kilidini şangır şungur seslerle bize açmaları, içerde çeşitli suçlardan- genelde uyuşturucu olurdu bu- yatan hastalarla karşı karşıya kalmamız bana hep anı dondurmuşuz gibi bir his yaşatırdı. Zamanın neredeyse somut bir şekilde dilimlendiği, ruhumun bedenimden ayrılıp bir seyirci olarak karşıya geçip sahneyi; kendimin ve diğerlerinin tüm mimiklerini izlediği, parmaklıklarla örülü küçük pencereden içeri sızan rüzgarın tüylerimi ürperttiği, odanın bir köşesindeki örümceğin hareketini bile hissettiğim tuhaf bir his.

 

Hoca içeri hayatında hiç neşeli olmadığını düşündüren her zamanki sesiyle  “Günaydın.” diye girince asistan odasında bari çıkararak bir rahat nefes aldığım maskemi yüzüme kaldırdım.

 

“Günaydın hocam.” Hoca her zamanki yerine oturdu, çayını her zamanki yerine koydum. Bilgisayardan hastaları inceledik tek tek. Hoca yapılacak işlere dair yeni kararlar verdi, ben söylediklerini son sürat not  aldım. 

 

“Yakup vizite çıkıyoruz, gelir misin?” diye aradım Yakup hemşireyi, bilgisayar vizitimiz bitince. Yakasında ve cep yerlerinde sarı çizgiler olan açık mavi formasıyla Yakup koridorda belirdi, bizle aynı anda. Ellerimizde kağıtlar, kalemler, herkesin yüzlerde maskeler; koridorda ilaç, temizlik malzemesi, hasta kokusu. Kapı önlerine yığılmış üçer beşer hasta yakınları ve hepsinin meraklı uğultusu. Bu sabah kalabalığıyla, yeşilçam filmlerinde ve iktidar partisi propagandalarında gördüğümüz eski SSK hastanelerini andırmıyor değildik hani. 

Ardımdan soluk soluğa bir sesin adımı seslendiğini duydum.

 

Geriye döndüm. “Evet benim, buyurun.” dedim. 

 

“Siz misiniz?” Gözleri hayretle açıldı. “Sizinle bir konuda  görüşmek istiyorum.” diye ekledi şaşkınlığının hemen ardından. Kırklı yaşlarda, uzun boylu, heybetli bir adamdı, lacivert renkli pahalı görünümlü paltosunun ceplerindeydi elleri. Üşümüş de kabuğuna çekilmiş gibi görünüyordu. Yine de bende uyandırdığı ilk his neden korku oldu emin değilim. Sesi sanırım, dişlerini sıkarak konuşuyor gibiydi, kesik kesik geliyordu,  Telefonda konuşuyormuşuz da telefon çekmiyor gibi. Kaba ve neredeyse saldırgandı hali tavrı. Belki ellerini ceplerinin içinde yumruk bile yapmıştı. “Beni tanıdınız mı? Ben Murat Yılmaz.” dedi bir solukta.

 

Birkaç saniye baktım yüzüne,hatırlamaya çalıştım. Maske de takıyordu, gür kaşlarından ve grileşmeye başlamış saçlarından çıkarım yapmak zordu. İsim de bana bir şey ifade etmemişti üstelik. Beynimin içinde hasta isimlerinden oluşan kaotik bir alan var aslında. Bazen bir isim soyisim duyduğumda  laboratuar veya röntgen görüntüsüyle birlikte canlanır  gözümün önünde. “Hatırlayamadım.” dedim. “Şimdi vizit yapacağız. Beklerseniz sonrasında konuşuruz.”

 

Adam gerçek anlamda burnundan soluyarak “Bekleyeceğim.” dedi.

 

Vizittekilere yetiştim. Ama içim içimi yiyordu. Murat Yılmaz, Murat Yılmaz. Kesin ölen bir hastamın yakınıydı. Bir sebepten kızgın ve gelip beni buldu. Ölüm formuyla ilgili bir sorun mu olmuştu?

 

“Günaydın Nurten Teyze, nasılsın bugün?” dedi hoca beş numaralı odaya kadar gelmiştik. Ama ben hastaların şikayetlerine, hasta yakınlarının endişelerine, hocanın tedavi değişikliklerine odaklanamıyordum. O güne dek hasta ve hasta yakınlarıyla yaşadığım tüm tartışmalar canlanıyordu gözümde. İlk aklıma gelen, bir sene önce savcıya ifade verdiğimiz olaydı. Hastanın odasında refakatçi yokken hasta düşmüş, biz yapmamız gereken her şeyi yapmışız. Ama hasta önemli birinin yakını olduğu için önemli birinin gönlü hoş edilsin diye o gün attığımız adım, hastanın odasının önünden geçen dahi soruşturulmuştu. İlk kez savcılıkla tanıştığım, savcı beyin tavrı karşısında kendimi bir cinayetin baş zanlısı gibi hissettiğim, mesleğimin hayatım boyunca yakamı bırakmayacak böyle bir yönü olduğunu fark ettiğim o günün çıkışında da doğruca malpraktis sigortası yaptırmaya gitmiştim. Görev bilincimiz ve masumiyetimiz yetmezdi bizi kurtarmaya önemli kişi işin peşini bırakmasaydı. Bu adam o önemli kişi olabilir miydi? Sanmam, bizzat kendisi gelmezdi ki buraya, o zaman da asla gelmemişti hastasını görmeye dahi. Ama o olayla ilgili biri olabilir elbette.

 

Peki şu yedi sekiz ay kadar önce “Bizi bir an önce taburcu et, siktir olup gidelim burdan.” diyerek üzerime yürüyen genç adam olabilir miydi bu? 

 

Sabaha karşı hemşirenin çabuk gelin çağrısıyla koşturarak girmiştim o adamın babasının odasına. Babası kanser hastasıydı, yatağın ucunda öne doğru eğilmiş oturuyordu, oğlu yanında yere çömelmiş, yerler ıslak. “N’oldu?” dememle genç adam ayağa kalkıp üzerime doğru bir hamleyle bağırmaya başlamıştı. “Bizi bir an önce taburcu et, siktir olup gidelim burdan.” Sonra sorunu öğrendim, hastanın idrar sondasından idrar sızmış, yatağı ıslanmış, yeni çarşaf geç gelmiş. Hasta ve hasta yakınları için büyük, az önce üç saat başka hastayı hayata döndürmeye çalışmış bir doktor için küçük bir sorun. Taburcu olmaktan da vazgeçmişlerdi koridorun ucundaki pencereden şafak sökerken. Genç adam sakinleştiğinde özür mahiyetinde olacak şöyle demişti “Biz cahil insanlar değiliz doktor hanım, dövecek falan değiliz. Ama önemli yerlerde tanıdıklarımız var.” Yine önemli birileri ve karşılarında önemsiz biz.

 

Yok, o adam daha genç ve  zayıftı Murat Bey’den. Bu kadar heybetli olsaydı muhtemelen olay anında yılmışlıktan ziyade bir korku hissederdim. Yani şu an hissettiğim gibi.

 

“On beş numaraya bir bronkoskopi randevusu alırsın.” dedi hoca. Murat Yılmaz hala koridordaydı, dışarı bile çıkmamıştı. Buz mavisi duvara  sırtını vermiş, bekliyordu.

 

On altı numaraya geçtik. Mecburi hizmet yıllarımdan biri olabilir miydi acaba? İlçede çalışırken evde ölümlere çağrılıyorduk. Şüpheli bir şey düşünürsek ileri inceleme için adli olay olduğunu belgeleyip savcıyı falan işin içine dahil etmek gerekiyordu. Sonra bir sürü prosedür tabi, birine adli olay deyip yakınlarının başını ağrıtmış olabilir miydim? Hafızamı ne kadar zorlasam da üç yıllık mecburi hizmetimde kuyuda boğulan, samanlıkta kendini asmış olan, tek yaşadığı evde ölü bulunan dışında bir adli olay hatırlayamadım. Hiçbirinde de yakınlarından bir geri dönüş almamıştım. Ama devlet işleri böyle, davalar seneler sonra açılıyor, seneler sonra beni düşman addeden biri olabilirdi karşımdaki.

 

Tamam ya, kesin şu sağlık bakanlığı şikayet hattını arayıp hastaneyi başımıza yıkmaya geleceğini söyleyen hasta yakınıydı bu. Unutmuşum, çünkü artık ne yapsalar bende travma yaratmıyor. Mesleğin ilk yıllarında neydi öyle? Hasta yazdığım reçeteyi yırttı diye bile tuvalette gizli gizli ağladığım dramatik sahneler yaşıyordum. Bu son tehditi alalı da üç ay olmuştur herhalde, taburcu ettiğimiz hastanın reçetesini temin edememiş hasta yakını. Tıp eğitimi içeriğinde hiç olmayan ve gerçek hayata başlayınca bize sürpriz yapan; insanı Bir Delinin Hatıra Defteri’ndeki İvanov gibi memuriyet angaryalarından aklını yitirmiş hissettiren bir takım prosedürel sorunlar olmuştu. Hastanın yatışı süresince hiç ortalarda olmayan yakını da en yakın muhatap ve öfkesini boşaltacağı bir araç olarak bizi görmüştü elbette. Yani hastası için en çok uğraşanları. Neyse bunları düşünmemeliyim, hele şu an hiç. Herkesten nefret etmeye başlıyorum yoksa. Oysa “Allah razı olsun kızım.” deyip duran altı numaradaki ileri derecede Koah’lı İsmet Amca’nın bir kabahati yok. Ama nefret de böyle bir şey işte, birine hissetmeye başlarsanız genelleşiveriyor. Diğerlerine de, sonra tüm topluma sonra tüm hayata duyulan bir nefret halini alıyor. Bence sevgi de böyle, o yüzden insanları bazen nefret edebilenler ve edemeyenler diye ikiye ayırıyorum.

 

İyice daldım, Murat Bey yüzüme bir tokat atacaksa öteki yanağımı çevirecek halim de yok tabi. Beyaz kod sistemimiz var, hemen beyaz kod veririm, güvenlikler gelir ve “Güzel kardeşim sen de haklısın ama yapma, etme, eyleme” derler. Ama hep sen de haklısın derler, herkes üçüncü-dördüncü derece yakınının dahi işlerini randevusuz aradan yaptırmak ve sosyal çevresindeki prestijini arttırmak için bizi kullanırken iyi ama yine de onların genel nefretinin neden odak noktasındayız bilmiyorum? Bazen bunu iyice anlamak için sosyoloji, psikoloji falan okumak istiyorum.

 

“Gelin dışarı biraz konuşalım.” dedi hoca on altı numaradaki hastanın yakınına. Hastasının kanserinin ilerlemiş olduğunu anlatacaktı. Bu anı fırsat bildim. Beni bekleyen o yabancının yanına gittim.

 

“Buyurun, ne istemiştiniz?” dedim.

 

“Beni tanıdınız değil mi? İki aydır sizi arıyorum. “ Sesi hala sertti, maskesini indirdi. Yüzü soluk ve hafif nemli, dudakları morarmaya yakındı. Belli belirsiz bir tıraş losyonu kokusu çarptı burnuma. Ama hayır, hala hiçbir şekilde hatırlamıyordum.

 

“Yani kusura bakmayın ama bir sürü hasta yatıp çıkıyor, hatırlamadım. “ Biraz sinirlenmeye başlamıştım.

 

Sonra bir şey oldu, mahklum koğuşu vizitlerinde yaşadığım his gibi, her şey ağır çekimde olmaya başladı sanki, ben de anı uzaktan izlemeye. Bir hemşire tedavi odasında minik bir ilaç ampulunu çıt diye kırdı, rüzgar dış kapıdan çıktığı yolculuğa kollarımdaki tüyleri sarsarak devam etti, koridordaki bütün ayak sesleri kulaklarımda çınladı ve bu sırada Murat Bey maskesini yüzüne örtmek için elini kaldırdığında bileğindeki pusula dövmesi parladı. Aylar önce her sabah bileğindeki arterden kan alırken gördüğüm dövme. 

 

“Hatırladım sizi.” dedim Murat Yılmaz’a, belki de hayatımda yaşadığım en büyük şaşkınlıkla. 

 

“Ben size çok teşekkür etmek istiyorum. İki aydır sizi arıyorum. İsminizi de bilmiyordum. O zamanlar o serviste çalışan doktor diye sora sora en sonunda burda çalışıyormuşsunuz, buraya gönderdiler de buldum. Size çok teşekkür ederim. Şimdi epey iyiyim. Biraz böyle nefesim daralıyor heyecanlanınca, hızlı konuşunca falan ama o zamanlara göre çok iyiyim, ölümün eşiğinden sayenizde döndüm. Sizi aradım çünkü size bir hediye almak istiyorum. Bana sadece bir renk söyleyin. En sevdiğiniz renk nedir?”