Kapıda heyecanlı ve gururlu gözleriyle misafirleri karşılayan aileleri tebrik ettikten sonra, içeri girerken salonu uçtan uca süzdü. Yaşanacaklardan habersiz bu akşam için günlerdir hazırlanıyordu. Hem fiziksel hem ruhsal manada. Hayatta en sevdiği insanlardan biri evleniyordu. Onunla dostluğu neredeyse on seneyi bulmuştu. Fakülte yıllarında, üniversitenin tiyatro kulübünde tanışmışlardı. İlk birkaç yılı daha mesafeli olan arkadaşlıkları seneler içinde dostluğa evirilmişti. Özellikle ablasının evlenip yuvadan uçmasıyla birlikte kardeş gibi olmuşlardı. Mehmet’le sağlam bir dostluklarının olmasının Mehmet’in insanları hayatına zor alıyor oluşundaki etkisi büyüktü. Bu özellik kendisinde hiçbir zaman var olmayan ama kazanmak için çok uğraştığı bir özellikti, aynı zamanda ablasıyla Mehmet’in ortak özelliğiydi. Böyle insanlara içten içe bir hayranlık duyuyor olmalıydı; tam anlamıyla hayatına dahil olabilmek için çabanın ve yakınlığını kazanmak için zamanın gerekli olduğu insanlara. Kendisi bunun tam aksine biraz olsun anlayış, güler yüz ve sevgi gösterildiğinde tüm kapılarını ardına kadar açıyor; insanlar kapıyı çarpıp çıktığında içeride toz ve pislikle baş başa kalıyordu.
Esintili bir yaz akşamıydı. Gökyüzünde dolunay vardı. İnsanlar neşeli ve halinden memnun bir şekilde sohbet ediyor, bazı masalardan kahkahalar yükseliyordu. Bir an için insanların gündelik hayatlarında saçlarının ve kıyafetlerinin tıpkı bu salondaki gibi olduğu bir dünyada yaşamanın ne kadar komik olabileceğini düşündü. Bu düşünce onu güldürdü, kendi kendine güldüğünü fark edince etrafını kolaçan etti. Kimse görmemişti. Bu akşam her şey kusursuz olmalıydı. Acaba kusursuz görünüyor muydu? Fuşya rengi saten elbisesiyle, sırtındaki çapraz detayla, yarı dağınık yarı toplu dalgalı saçları ve kararında makyajıyla kusursuzdu. Yalnızca topuklu ayakkabısı daha şimdiden ayağını vurmuştu. Neyse ki iki haftadır hazırlandığı bu düğün için ancak gelebilecek kadar enerjisi vardı, Mehmet de bunu biliyordu. “Bak şimdiden söyleyeyim Mehmet, benden piste çıkıp oynamamı bekleme. Senin mutluluğunu görmek için geleceğim sadece.” diyerek Mehmet’le baştan anlaşmıştı. Mehmet onu anlıyordu. Ablası gibi. Hayatta onu anlayan ve elini omzunda hissettiği iki kişi vardı, bu iki kişi onun ailesiydi. Artık Mehmet de ablası gibi kendi ailesini kuruyordu, hemen hemen herkesin eninde sonunda yaptığı buydu. Bu akşamdan sonra kimsesiz mi kalacaktı? Yine gecenin üçünde sarhoş olup ağlayarak Mehmet’i arayabilecek miydi? Saatlerce süren yaz akşamı sohbetlerini “Evde Zeynep tek başına, gideyim.” diyerek sona mı erdirecekti? İçten içe düşündüğü, hissettiği ama kendine dahi itiraf edemediği şeyleri Mehmet’e itiraf ederken ilk kez kendisi de Mehmet’le birlikte duymayacak mıydı artık?
Arkadaş masasında yerini aldıktan sonra bir kadeh şarap ve sigarayla etrafı seyretmeye devam etti. Fakülte yıllarından ortak arkadaşları birer birer salona, ardından masaya teşrif ediyordu. Yıllardır görmediği aşina yüzler gerçekliği mümkün olmayan düzeyde sevinçli ve coşkulu bir yüz ifadesiyle kollarını açarak kendisine doğru geliyor, sık sık ayağa kalkıp isimlerini dahi zor hatırladığı bu insanlara görünüşüne iltifat ettikleri için kırıtarak teşekkürlerini sunuyor ve aynı gerçekdışı devasa sevinci onlara iade ediyordu. Midesi bulanıyordu. Anladığı kadarıyla birçoğu erkenden gelmiş, gelin odasında Mehmet’i ve Zeynep’i tebrik etmişlerdi. Gelinle damadın odasından son gelen ikili yıllardır görmediği Deniz ve kız arkadaşıydı. Deniz’le en son bir yıl önce görüşmüştü, ayrıldıktan on altı ay sonra. Onunla tanıştığında on dokuz yaşında, bin odalı ve her penceresi güneş alan bir evde yaşayan ancak geceden ve karanlıktan haberi olmayan gencecik bir kadındı. Deniz’in bu yaz akşamının aksine yıldızsız, aysız, karanlık ve soğuk geceleriyle henüz tanışmamıştı. Şimdi ise Deniz’in onunla tanıştığında olduğu yaştaydı. Aylar sonra kendi küçük ama görece gün ışığı alan çemberinin içinde, Deniz’in hayatında başka biri varken üstelik, neden onunla buluştuğunu bilmiyordu; Deniz’in onunla görüşme isteğinin sebebini bilmesine rağmen. Deniz’di bu, dünya üzerindeki her şeyin ve herkesin kendi istek ve duygularına hizmet etmesi için yaratıldığına inanırdı. Etrafındaki herkes bunu biliyordu ve kabullenmişti, bir zamanlar o da kabullenmişti, belli ki kendinden sonra birlikte olduğu ve şu an el ele masaya oturduğu kadın da, tamam, ama kendisinin buna hala neden katlandığını bir türlü anlayamıyordu. Üstelik deniz tanrısının dışındaki herkesin ve her şeyin fani olduğu dünyadan kurtulmuşken. Bir müddet bu görüşmeler ve beraberinde gelen iç huzursuzluğuyla birlikte, evinde daha fazla toz ve pislik birikmemesi için bu kez Deniz’e fırsat vermeden kapıları kendisi kapatmıştı. Acaba tüm bunlardan yanındaki zavallı kadının haberi var mıydı?
Bir yandan bu düşüncelerle boğuşup bir yandan hikayeleri silikleşen diğer insanları dinleyerek bulanık bir fotoğrafı netleştirirken bundan keyif alıyormuş gibi görünmek çok zor gelmişti. “Ben bir Mehmet’le Zeynep’e bakayım.” diyerek masadan kaçtı. Avuçları terliyor, parmakları karıncalanıyordu, Allah’ın belası ayakkabılar hareket ettikçe terleyen bileklerini kesiyordu. Gelin odasının kapısına geldiğinde durup derin bir nefes aldı. Tüm neşesi ve gürültülü sevinciyle içeri girdi. Mehmet’i ve Zeynep’i tebrik etti. Bir müddet sohbet ettikten sonra nikah için anons yapıldı. Salona geri döndü. Gece başlıyordu.
Gelin ve damat görkemli yürüyüşleri ve onlara eşlik eden alkışların ardından nikah masasında yerini aldı. Nikah memurunun her koşulda birbirlerinin yanında olacaklarına ve evlilik kararlarında herhangi bir baskı altında olmadıklarına dair sorularına gerektiği gibi cevap verdiler. Sevinç çığlıkları ve “Ayağına bas!” uyarısı alkış seslerine karıştı. Tam salon dağılacakken, Deniz mikrofonu eline aldı ve “Bir dakikanızı isteyeceğim sevgili misafirler… Lütfen dağılmayın.” diyerek nikah kıyılan yerden salona geçmeye hazırlanan insanları durdurdu. Herkes merak içinde bekliyordu. Elindeki mikrofonu nikah masasına bırakıp diz çöktü. Elif’in herkesi hiçbir şeyden haberi olmadığına ikna etmek için yüzüne yerleşen abartılı şaşkınlık ifadesine bitmek bilmeyen sevinç nidaları eklenmişti. “Sevgilim… Benimle evlenir misin?”
Salonda Mehmet ve Zeynep’in “Evet!” haykırışından daha çok alkış almıştı Elif’in gözyaşları ve şaşkınlık dolu ucubeye benzeyen yüzüyle haykırışı. Kimsenin göremediği, dokunamadığı özel güçlere sahip bir yarı hayalet insan gibi orada bulunduğunu düşünürken alkışlara eşlik ediyordu. Elleri kendi elleri gibi değildi. Birbirine çarpışarak havada ses dalgaları yaratan avuçları başka birine aitti. Bu ses dalgaları Deniz’in yanaklarına, oradan Elif’in yüzünü kapatan ellerine çarpıyordu ya da gerginliğini azaltsın diye içtiği şarap etkisini göstermeye başlamıştı. Ne Deniz yanağına dokunulduğu için sağına dönüyor, ne de Elif şaşkınlıktan açık kalan ağzını kapatmak için yüzüne kapadığı ellerini dudaklarından ayırıyordu. Birbirlerine sıkıca sarılıyorlar, havada taklalar atıyorlar, bulutların üstünden atlayarak dolunaya çıkıyorlar, sonra tekrar salona, insanların arasına dönüyor ve bu döngüyü birkaç dakika içerisinde kırk sekiz kere tekrar ediyorlardı. Acaba salona girişinden, yıllardır görmediği insanlarla midesini bulandıran selamlaşmalarına, bitmek bilmeyen cümleleri dinleyişine, gelin odasına gidişine ve nikah kıyılana kadarki süreçte ne kadar şarap içmişti? Bulanıklık ile ayağındaki ayakkabı kesiğinin sebep olduğu bir iki damla kanın etrafa yaydığı demir kokusunu dahi alacak kadar duyularının açılması arasında gidip gelen birkaç dakika yaşamıştı. Deniz’le tanışmasından sonra hiç yaşanmamış olmasını dileyeceği dakikalar listesinde ikinci sırada yer alıyordu.
Misafirler salona ve piste geçerken, ayakkabılarını değiştirme bahanesiyle gelin odasına gitti. Uzun yıllardır hissettiği ancak bir noktada kabullenerek yendiği haksızlık ve adaletsizlik duygusunun kanında dolaştığını hissediyordu. Çantasından çıkardığı Hello Kitty desenli yara bandını ayak bileklerine yapıştırdı. Ayakkabılarını gelin odasındaki duvarı kaplayan aynaya fırlatmak, vazoları devirmek, koltukları tekmelemek, pencereyi açıp “Allah hepinizin belasını versin!” diye bağırmak istiyordu. Elbette yapmayacaktı. Onun yerine gözlerinden süzülen birkaç damla yaşı elinin tersiyle silmekle yetindi. Artık on dokuz yaşında aklı bir karış havada o kız değildi. Deniz’in onunla tanıştığı yaştaydı. Deniz koca adamdı. Ona yaptıklarını da kocaman, yetişkin bir adam olarak ve bilinçli yapmıştı. Evet, herkesi, her şeyi kaybetmişti. Yıllardır üzerinde Deniz’in lanetiyle yaşıyordu sanki. Herkes bir şekilde kendi hayatına, kendi yoluna gitmişti. O ise dikiş tutturamadığı bir işte, kira günü gelmesin diye dua ettiği kutu gibi bir evde hissetmeyi unutmuş ruhuyla taze bedenini gençliği bitmeden barıştırmaya çalışarak geçiriyordu günleri. İzlediği bir filmde gördüğü, albayın kızının hayatını kurtarmaya koşarken ölümüne şahit olan ancak akli melekeleri yerinde olmadığı ve kendini ifade edemediği için küçük kızı öldürmekten idam cezasına mahkûm edilmiş meczup adam gibi hissediyordu kendini. Gerçek hayatta onu kurtaracak adalet savaşçısı bir gardiyan da yoktu, ama zaten Deniz onun hayatı filmlerdeki gibi zannettiğini söyler dururdu. Deniz bir bok bilmiyordu.
Saten elbisesinin altına spor gündelik ayakkabılarını geçirip salona döndü. Kusurluydu. Komik görünüyordu ama bunu umursamadı. Piste çıktı, üç kişilik küçük ailesinin son ferdi olan Mehmet’in yanına sokuldu ve düğün bitene kadar dans etti. Özel güçlere sahip, yarı hayalet bir insandı o. İsterse görünmez olabiliyordu. Orada, esintili ve güzel bir yaz akşamında; gökte dolunay varken aşkı, nefreti, haksızlığı, adaleti, ümitsizliği, neşeyi, hüznü, bütün kavram ve duyguları sonsuza kadar unuttu ve kimsesiz bir hayalet oldu.
Bu dünya herkesin ve her şeyin fani olduğu deniz tanrısı ve onun gibilerin dünyasıydı. Artık onunla ne barışacak ne de dövüşecekti.