Beyaz tavana olan bakışlarına akrep ve yelkovanın sesi eşlik ediyordu. Eski rengini hatırlamıyordu tavanın, boyaları dökülmüş, yağan yağmurların izleri vardı, ona bir dost gibi hissettiren tek şey, küçük, bozulmaya yakın, sarı ışığıyla tavanın tek sahibi gibi duran ampul. Tavanı beyaza boyamayı düşündü, düşünür düşünmez vazgeçti, beyaz tavan kasvet kamyonlarının otoparkı gibiydi onun gözünde, bütün kötü anıları orda birikiyordu. Hangi sabah gözünü açsa ilk onları görür, hangi gece mutlu uyuyacak olsa onları görürdü, hele de o sarı güçsüz ampul söndüğü zaman. Ampule dikkatle baktı biraz, etrafındaki boyalar dökülmüş, onu aşağı doğru sarkıtan kablonun rengi dahi değişmişti, birçok sineğe ev sahipliği yapmış ve temizlik yüzü görmemişti. O tavanın, ampulün böylesine düşman görünmelerine bir sebep değildi temizlik, aksine kir pas o tavana yaşanmışlık hissi veriyordu onun için. O, o an öyle düşünmese dahi öyle düşünürdü. Bazı kirler bazı şeylerin kimliği olurdu. Hiç kendini temiz düşünemedi kadın. Kendiyle ilgili her şeyin özü kirdi, ona yaklaşan insanların gözlerinde de hep kir vardı. Bu dünya kirin, pasın üstüne kurulmuştu. Kirli insanlar ve kirleten insanlar diye ikiye ayrılmıştı insanlık, o bunu çocuk yaşta anlamış düzenin ayağına dolanmadan, kabullenmişti.

Gıcırdayan kapı sesiyle kapıya döndü bakışları, kafasını çevirmemişti, içeriye giren kedi sessiz fakat görünümünün aksine hiç de uysal değildi. Önce duvara sürdü kendini sonra yerdeki birikmiş toz birikintilerine baktı, kedinin bakışları tavanla bakışan kadını kınar gibiydi. Kadın aldırmadı, kedi tek seferde kendini kadının yatağına attı, kınayan bakışları hala yerli yerindeydi, kadın kediye bakmadı bile kedi önce ayaklarının üstünde gezindi durdu, sonra kızar gibi seslerle kadına iyiden iyiye yaklaştı, kadın eliyle ittirdi kediyi, kedi tırnaklarını geçirdi kadının koluna ve aceleci olmaktan çok uzak bir tavırla geldiği gibi gitti.  Bir süre kedinin ardından bakan kadın da en az kedi kadar umursamaz bir  tavırla tavan hakkındaki düşüncelerine geri döndü. Birkaç dakika sonra kulağına bir müzik çalınır gibi oldu “Jüpiter”, ruhunda tanıdık bir hissin dolaştığını sezdi, yıldızları düşündü çocukken izlediği yıldızları. Düşünceleri derlenip toplanıp  rengi belirsiz tavanı, akrebi, yelkovanı buldu. Bakışları kapıya kaydı tekrar, sonra koluna baktı kedinin rengini hatırlayamadı ama kolundan akan o sıvı kırmızıydı, güzel bir kırmızı, bir an için kendini ölü düşündü. Beyaza yakın, soluk renkler ona yakışırdı o öyle düşünüyordu. Ölmek ona yakışırdı, soluk renklerin hepsi yakışırdı. Tavana bakan bakışları tekrar ampulle buluştu, onu aşağı sarkıtan kablo değil de bir insanın kafasını asıldığı  bir ip gibi geldi gözüne. Kendini düşündü tekrar kalın açık renkli bir ip (ona açık renk yakışırdı yalnız) beyaz bir sandalye, çıplak vücudu, rengi belirsiz tavan, kafasının içinde çalan Jüpiter ve dostu ampul. Üstündeki örtüyü atmak için yelteniyordu ki kolundaki kana kaydı gözleri, bu renk varken teninde, teni istediği gibi soluk olmazdı hem akrep ve yelkovan da pek hızlı ilerliyorlardı bu aralar, hep yaptığı gibi erteledi yine, örtüyü üstüne tekrar çekti ve tavana bakmayı sürdürdü, belki de yağmur yağmalı tavandaki kalan boyalar da akmalıydı…

 

Rabia Güvenç