bir vitrinde duran, ahşap tenli, eklemleri sıkıca birbirine tutturulmuş, elinde bir kalem olan figüre sabitleniyor gözlerimiz. onun manalı durmaya programlanmış bakışlarına, sanki hiçbir zaman hiçbir şey söylemesi gerekmeyecekmiş gibi birbirine kenetlenmiş ince dudaklarına, maharetli olduğu her halinden belli olan ince parmaklarına bakıyoruz. altındaki etikette YAZAR yazıyor, SADECE SERGİLENMEK İÇİN. bunu görünce ona olan merakımız biraz daha artıyor, onu satın alıp eve götüremeyeceğimizin hüzünlü farkındalığına erişiyoruz. bir anda vitrindeki diğer, fiyat biçilmiş maketler, aletler, hareketli cisimler ilgimizi yitirmeye başlıyor. bundan sonra YAZAR’ı izliyoruz. onun bizi görüp görmediğinden pek emin değiliz. evet, koyu renk gözleri anlamlı bakıyor bize doğru şüphesiz. ama baktığı gerçekten biz miyiz? yoksa türünün tüm diğer örnekleri gibi acaba gerçekte orada olmayan, ya da bakışlarıyla kendi yarattığı bir şeyi mi izliyor? bunu ona sorup öğrenemediğimiz için merakımız artıyor.

etrafımızdaki capcanlı dünyanın üzerinde geziniyor sonra bakışlarımızın kamerası. gürültüyle yanımızdan geçen arabalara, kadınların sürdüğü davetkâr kokulara, erkeklerin ışığı yansıtan büyük saatlerine, bize gölge olan ağaçlara, ajanlık yapmaya bu saatte bile devam eden kuşlara, çimlerin büzüşmüş yeşilliğine dikkat ediyoruz birer saniyeden de az sürede. daha birkaç dakika önce uğruna kendimizi parçalayabileceğimiz onca şeyden hiçbiri önemli olmamaya başlıyor. hiçbir aksesuarın ışıltısı gözümüzü almıyor mesela bu sefer. hiçbir koku bizi cezbedecek kadar davetkâr olmuyor. birkaç dakika önce bizi yutup tükürmeye çok istekli olan bu ışıltılı dünya şimdi bizde hiçbir etki uyandırmıyor. tekrar vücudumuzu dönüyoruz vitrine. bu sefer bakışlarımız YAZARın bedeni veya gözlerine değil ancak elindeki kalemin yazdıklarına çevriliyor. etrafımızdaki diğer ölümlülere bakıyoruz onlar karşımızdaki tanrının kelimelerine bizden daha yakınlar mı anlamak için. midemizin hemen altında bir kıskançlık doğduğunu hissediyoruz. en yakın biz olmak istiyoruz YAZARa. kelimelerinin ve gözlerinin odağı ilk önce biz olalım istiyoruz. bir sahiplenme dürtüsünden çok daha fazlası bu. onu istiyoruz. ama bu iki insanın birbirine duyduğu tutkuya dayalı bir arzu değil, aksine nasıl ki bu şehir bizi yiyip bitirmek istiyor, biz de onu ondan geriye kelimelerden başka hiçbir şey kalmayıncaya dek çiğneyip yutmak istiyoruz. ona sahip olamadığımız için, yiyip bitirme arzumuzun çaresini ona zarar vermekte buluyoruz. eklemlerini ısırarak koparmak, parmaklarını sıkıca tutup bırakmamak, gözlerini kapatıp açmamak istiyoruz.

orada durup onu izlemeye başlıyoruz. sanki hayattaki en önemli işimiz buymuş gibi, ama bir yandan asla ona hissettirmiyoruz bu eyleme atfettiğimiz yüce kıymeti. parmaklarından bazı kelimeler dökülüyor ve biz belli belirsiz yakalıyoruz onları. asla gerçek bir anlamı tutup içimize çekecek kadar dikkatli ve yakın olamıyoruz. YAZAR, hep ondan birkaç adım uzakta olduğumuzdan, kendisiyle aramızda hep o camın olduğundan emin olmamızı sağlıyor. KENTLER, yazıyor kağıdında. AŞKTAN, BİR ZAMANLAR, KAYBETTİM, SEVGİLİ, GECELER, ve SORUN ŞU Kİ. kelimelerini birleştirdiğimiz zaman bile aradığımızı bulamıyoruz. bulur gibi oluyoruz belki saniyelik heveslerde, ama hep bir tamamlanmamışlık hissi bırakıyor YAZAR bizde. bir yandan ona giderek artan bir hayranlık duyarken bir yandan da içimizde giderek büyüyen bir öfke hissediyoruz. nasıl bir zamanlar ona yaklaşanları kıskandıysak, şimdi de yazarın ta kendisine alev alev yanan bir kıskançlık duyuyoruz. o kelimeleri eğip bükerken, bizim dahil olamadığımız bir dünya yaratırken onu böyle uzaktan izlemek zorunda kaldığımız için. öfkemiz, hayranlıktan üstün geliyor. sonra parmaklarının zaman zaman seğirişini görüyoruz; kaleminin akıttığı mürekkebi, kelimelerinin anlamsızlaştığı saniyeleri takip ediyoruz. sancıyoruz yapması için yaratıldığı işi artık o kadar da iyi yapamadığını izlerken.

bir zamanlar, belki dakikalar önce, belki birkaç ömür önce, hayranlık duyduğumuz YAZARı bizden ayıran camı devirip kırıyoruz. aramızdaki mesafelere düşman kesildiğimiz gibi bizi kendinden mahrum bıraktığı için YAZARa da öfkeleniyoruz. putlaştırdığımız tanrımızı tek nefeste yere seriyoruz. halbuki birkaç dakika önce onu bizden başka kimse görmesin, bizden başka kimse ona dokunmasın istemiştik. şimdi kelimelerinin herhangi bir göze açılmasından bile tiksiniyoruz. o kelimelerde adımızın geçme ihtimali bile bizde saçlarımızı yolma isteği uyandırıyor. yerde yatan YAZARı gördüğümüzde gözlerinin devamını oluşturan kabloları görüyoruz, midemiz bulanıyor. ahşaptan kolları hep yara bere içinde. eklemleri sandığımız kadar sıkıca yerleştirilmemiş yerlerine, şimdi darbenin etkisiyle yerde sallanıyorlar. kalemi elinden düşmemiş YAZARın, hala sıkıca tutuyor cansız parmakları arasında.

YAZAR bizim zafer kazanmış zehirli bakışlarımızın altında yerde yatmaya devam ederken, o nefes almasa bile KALEMi devam ediyor kağıdı lekelemeye.