Bedeni sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Göğüs kafesi biraz daha sarsılırsa ciğerlerinin yerinden çıkacağından korktu. Elleri, kolları, dizleri ve başı önce yalnız titriyor; ardından hepsi bir araya gelip büyük bir titremeye tutuluyordu. Elinde hiçbir nefeste tek seferde dudaklarına götüremediği sigara, günün son sigarasıydı. Dışarda gözlerinden akan birkaç damla yaşı yüzüne görece sivrilen çenesine varmadan donduracak cinsten bir soğuk vardı.
Ertesi gün uyandığında fırtına devam ediyordu. Bir gün önce yediği soğuk hayli başını ağrıtmıştı. Omlet ve bir bardak çay. Kahvaltısı buydu. Fırtınaya rağmen evden çıkacak, metroya yürüyecek, sekiz durak gidecek, indiği duraktan otobüse binecek ve ablasını görecekti. Eğer gitmezse üçüncü kez ertelemiş olacaktı. Hem zaten iş dışında dışarı çıkacak gücü kendinde nadiren buluyordu. Ertelemeyecekti. O gün, kendini bir önceki gece ağlatan fırtınayı umursamıyordu. Kahvaltıdan sonra hazırlığa koyuldu. Saçları rüzgarda karışmasın diye balıksırtı ördü. Eskiden olsa kaşlarını ve kirpiklerini boyar; yanaklarını al al yapar, dudaklarına sade bir ruj sürerdi. Artık ablasıyla eskisi gibi görüşmüyordu. Doğrusu uzun zamandır kimseyle görüşmüyordu ancak kaplumbağa gibi kabuğuna girdiğinde bile kafasını evinden çıkardığı nadir anlarda onunla görüşüyor olurdu. Artık kabuğundan eskisinden de nadir çıkıyordu. Bu yüzden şehrin sokaklarında onun simasını tanıdık bulacak kimse yoktu, ablası bile kardeşinin bu halini pek tanımıyor olabilirdi. O ise genellikle sevdiği ve vakit geçirdiği kişiler için özen gösterirdi. Kendisi, kendisiydi işte. Yanakları daha al olunca aynada gördüğü değişmiyordu.

Evden çıkarken kapıyı üç kez kilitledi. Evin içinde değerli bir şey bulunmuyordu, ancak böyle şeyler onu daha güvende hissettiriyordu. Hayattaki en büyük hasreti güven duygusuna duyduğu hasretti. En son ne zaman korkusuz ve kaygısız bir gün geçirdiğini hatırlamıyordu. Ancak yaşı ilerledikçe kaygının düzeyi artıyordu. Fırtınada birkaç kez duraklayarak nihayet metroya vardı. Şimdiden tükenmişti. Metrodayken sanki fırtınanın şiddeti artmıştı. Birden rüzgarın uğultusu aklına Kemal’i getirdi. Birkaç ay önce bir oğlu olmuştu. Acaba oğlunun rüzgardan ya da şimşekten korkmaması için onu nasıl telkin ediyordu? Dışarıdaki fırtınanın Kemal’in hayatında kendisinden daha büyük bir izi olduğunu fark ettiği an düşünceleri dağıldı. Tavandan sarkıtılmış ekrana baktı. Henüz iki durak vardı.

Gözleri oturduğu koltuğun önündeki cama yaslanmış vaziyette dikilen adama ve kadına kaydı. Adamın geniş omuzları siyah tişörtüyle camın üzerinde büyük bir alan kaplıyordu. Kadının bedeni kalan yere sığışıvermişti. Sağ omzuna astığı cübbesi adamla arasında bir sınır belirliyor gibiydi. Bu sembolik fotoğraf, onu bu ikiliyi daha fazla incelemeye itmişti. Gözleri ve dudaklarıyla birbirlerine gülümsüyorlar; kadın bazı tebessümlerini sağ omzunu kaldırarak sunuyordu sevgilisine. Bu kısa anlarda cübbe adamın omuzlarına doğru yükseliyordu. İki durak boyunca sayısız kere birbirlerine sarılıp dokundular. Fazla temaslı ilişkilerin kaygılı bağlanma örneği olduğunu söylemişti bir psikolog arkadaşı. Alaycı bir tebessümle geçiştirdi bu bilgiyi. Kaygı, gördüğü şeyi tanımlayacak en son kelime dahi değildi.

Metrodan inip otobüs durağına yürüdü. On iki dakikada bir kalkan dört numaralı otobüse binecekti. Otobüs eskiden ablasıyla birlikte yaşadıkları muhitten geçiyordu. Kısa bir süreliğine yaşadıkları bu evi buruk bir tebessümle hatırlıyordu. Hayatta nadiren aidiyet hissettiği zamanlardan biriydi, öyle ki yaşamı boyunca bu hissi sıklıkla unuturdu. İçinde bir yerde hep sarışın al yanaklı çocukların eskilerini giyen solgun ve muhtaç bir çocuk yaşıyordu. Üstelik çocuğun sesi onu gömdüğü derin bir yerden değil, çok yakından geliyordu. O evde, ablasıyla yaşarken bu sesi biraz olsun susturabilmişti ancak yıllardır o çocuğun sesini herkesten çok duymuştu.

Ablası kapıyı açtığında, karnının büyüklüğü ikisinin de yüzüne gerçeği vurdu: bu can ciğer iki kardeş aylardır görüşmüyordu. Halbuki aynı şehirde yaşıyorlardı. Belki de başka şeyler girmişti araya; ablasının evliliği, kendisinin işi, annesinin ölümü, babasının gölgesi… Bilmiyordu. Tek bildiği; mutfak masasına oturduğunda, ablasını karnı burnunda ve gülümseyerek gördüğünde içinde beraber yaşarlarken hissettiği duyguların belirivermiş olduğuydu. Gözleri dolu doluydu. Kendine ait döküntüleri bu yuvaya da ablasına da bulaştırmak istemiyordu. Birlikte geçirdikleri zaman diliminde belki de hiç yapamadığı bir şeyi başarmış oldu, hüznünü gizledi. Vedalaşırken ablasına sımsıkı sarıldı, karnını öptü. Abla, dedi, artık bir yuvan olduğu için çok mutluyum. Bir kere daha sarıldılar. Onu bir daha ne zaman göreceğini bilmiyordu.

Saçlarının örgüsünü açıp fırtınada uzun uzun yürüdü.