Gece dörtte bir kefesinde uyku bir kefesinde uyanıklık olan terazimin uyanıklığı daha aşağı çekiyor. Sırtüstü uzanıyorum ve odam yatağımın yan karşısındaki perdesi açık pencere sayesinde karanlığı mağlup ediyor. Ancak gözlerim odaklanmış bir şekilde tek noktaya baktığında bu zaferi görmezden gelerek aydınlık alanlar karanlık renginde küflenmeye başlıyor ve her yer yeniden kararıyor. Gözümü oynattığımda ya da kapatıp açtığımda gecenin ışığı bu küfleri yeniden temizliyor. Gördüğüm rüyayı anımsıyorum.
Rüyamür zehirlenmesi. Ünlü senarist bilinçaltının filmleri ile gerçek olduğu imi verilen uykudışı zamanın birbirine karışması. Pekala gerçek, rüya da olabilirdi. Rüyanın gerçekliğini zihnimize inandırıp düşüncemizin biçim verdiği gerçekliği buna ayarlayabilirdik. Varoluş uçurumundan düşerken tutunmak ve kurtulmak için seçtiğimiz bir dal, uykudışı zamanın gerçekliği.
Zihnindeki düşünmek bataklığının onu daha da aşağılara çektiğini duyumsadı ve irkildi. Yataktan aşağı kayarken neredeyse yaptığı eylemi hissetmedi, odayı daha da aydınlatmaya başlayan pencereye ağır ağır yürüdü -neredeyse hissetmeden- pencereyi açtı ve dört kez burnundan ciğerlerine derin derin serin yeni gün havasını çekti. Güneşin doğudan süzüldüğünü ve karşı direkteki leyleği gördü.
Dimdik kapalı bulutlu havaya doğru uzanan direğin tepesine kocaman çalı çırpı parçalarıyla yaptığı yuvasına tünemiş leylek kocaman beyaz çakıltaşı gibi sonuna kadar açılmış gözleriyle kafasının yönünü benim yüzüme çevirmeden gözucuyla bana bakıyor ve ben de ona bakıyorum. İki varlığı birbirine bağlayan farkındalık zayıf bir iletişime –çünkü leyleğin bilinci yok, iletişimi zayıflatan da bu- dönüşüyor, iki varlıklı leylek-insan evrenimizi oluşturuyoruz. Evrenimizin ilkeleri; olmak, bakmak ve eylemsizlik. Bir adım atıyorum –kuralı çiğnedim- leylek kanatlarını kabartıyor, açıyor, bana doğru süzülüyor, alabildiğine ağzını açıyor. Karanlık.
Gördüğü rüyayı böyle anımsıyordu.
-Ahmet Gür