Biraz büyüyüp de yetişkinliğe yaklaştığımdan beri ara ara annemle olan anılarıma üzülürüm. en çok da annemin genç yüzünü bir daha göremeyeceğim aklıma geldikçe içime ağlama gelir. ama hiç düşünmezdim babamı unuttuğumu fark edeceğimi. nitekim aramızda pek de bir bağ olmadığını sanırdım, o yüzden kaybedilen bir şeyler de yok gibi gelirdi. aslında öyle hissetmemin nedeni bu bağın fark edemeyeceğim kadar hızlı kaybolmuş olmasıydı. Bunu anlayınca duygulanmamak elde değil. kaybetmek babanı içinde, aslında çok önceden kaybetmişsin de sonradan anlamak.

ilkokul zamanları… her okul çıkışı sallana sallana çarşıya, onun dükkanına giderdim. yollarda hoplar ve yeni yapılmış pembe ve yeşil kaldırımların çizgilerine basmamaya çalışırdım. dükkana varınca üç şekerli oralet içip yandaki büfeden alınan atıştırmalıklardan yerken babamın işlerini bitirmesini beklerdim. 5-10 kişi uğrar çıkardı, o da kendine kurduğu rahat koltuklu çok ufak bir köşede dönemin son model işlemcisi ile battlefield, tomb raider, far cry, nfs, max payne gibi oyunlar oynarken gelen birkaç müşterisi ile ilgilenip akşamüzeri işini bırakırdı. biz arabaya yürürken yukarıdan kuşlar uçardı, bağırır çağırır gösteri yaparlardı. bazen durup izlerdim, babam iki yan dükkandaki fırından aldığı köy ekmeğiyle hep acelesi var gibi yürür ve benim durup da kuşları izlememe söylenirdi. bazenleri eve yürüyerek döndüğümüz olurdu, bu gibi durumlarda yapmayı en sevdiğim şey yürüme yarışıydı. hep kaybeder bir yerden sonra koşmaya başlardım, babam hile yapıyorsun der gülerdi, elindeki ekmek poşeti sürekli sallanırdı. salı günleri pazar günümüzdü. dükkandan biraz erken çıkar, annemin talimatlarının yazılı olduğu not kağıdını elimizde tutar ve siparişleri birer birer alırdık. abaza peynirlerine bayılırdım, pazarcılar hep tadımlık verirlerdi ve onların tadı hep daha güzel olurdu. kaybolmamaya çalışırken yorulurdum, ama kaygı merakın önüne geçerdi ve koşa koşa da olsa babamı takip ederdim. küçük ördek yavrusu gibiydim. bahar zamanı çilek, erik, kiraz, üzüm, kayısı alırdık. kış zamanı karnabahar, portakal, mandalina, ıspanak rövanştaydı. ne yaparsak yapalım, ne alırsak alalım annem her seferinde bir şeyi beğenmezdi. “bu çürük çileklerden alma bidaha!”, derdi babama. ama babam ertesi hafta yine gider ve kötü bir çilek alırdı. babamın bu gizli anarşizmi beni güldürürdü, o zamanlar anlam veremezdim tabii, sadece aralarındaki bu komik ilişki benim için alışıldık ve eğlenceliydi. sonraları anneme karşı babamı, babama karşı da annemi taklit ederken bile anlamayacaktım nedenini.

bu yürüyüşlere dönersek, benim için çok değerliydi, çünkü babamı tanıdığım ve onunla iletişim kurduğum sayılı zamanlardandı. okul sınavında derece yaptığımı öğrendiğim günler hevesle babama söylemek için beklerdim, babam aferin derdi, sizde zeka genetik. ben 5. sınıftayken 8. sınıflara matematik dersi verirdim, derdi. oysa kardeşlerinden üniversite okumayan tek oydu. 80 dönemine denk gelmiş söylediğine göre, üniversiteler kapatılmış ve sonra askere gitmek zorunda kalmış. asker iki yılmış, annemle nişanlılarmış. dönünce de yeni bir hayata atılmanın hevesiyle evlenmişler. istediklerimi almadıklarında hep anlattığı hikayeyse 0.00005 kuruşluk resim defterini babasından almasını istedi diye tokat yemiş olmasıydı. bu hikayeyi ömer seyfettinvari bir şekilde süsler öyle sunardı önüme. o bundan bahsettiğinde demekti ki ben biraz ileri gitmiştim.

onunla oyun oynamayı ve pazar sabahları kovboy filmleri izlemeyi çok severdim. aslında filmler çok sıkıcıydı ve hiçbir şey anlamazdım, ama babayla geçirilen değerli bir vakit her şeyden önemliydi. hafta sonu akşamları yine bir etkinliğimiz vardı, ailecek saklambaç oynardık. babam sayar, ablamla biz saklanırdık. ablam hep en güzel saklanma yerlerini kapardı, benim yaratıcılığım dolap arkası, yatak altları ve perdelerde sonlanırdı. bazen anlık heyecanla saklanacak yer bulamazdım ve ablamın yanına saklanacak olurdum, git buradan diye kızardı ve ben yine perde arkasına geçerdim. babamın beni görmezden geldiği olurdu, iyice yanıma yaklaştığında gülmeye başlayıp kendimi ele verirdim. bazen annemi de bir iki el oynamaya ikna ederdik. o da katıldığında içimize büyük heyecan otururdu, hayattaki en mutlu anlarımı yaşardım. ama annem oyunlarla pek ilgilenmezdi, daha çok dünyadaki dertlerle uğraşırdı. babamı hiç üzgün ve dertli görmezdik, onu hep eğlence ile bağdaştırırdık. anlamazdık annemin ne kadar çok uğraşı ve sorumluluğunu sırtına üstlenip yaşamaya cesaret ettiğini. bu yüzden babamızı daha dertsiz ve eğlenceli bulurduk.

ilk defa halam öldüğünde fark etmiştim babaların da üzülebildiğini. o günden bu yana babam üzüldüğünde gözlerinin nasıl bir biçim aldığını fark edebiliyorum, artık anlıyorum onu. bir tek son yıllarda mı bu kadar hüzünleniyor babam, yoksa artık fark ettiğim için mi görüyorum bilmiyorum. annemi ağlarken görmek artık normal geliyor, ama babamın gözleri dolduğunda bile içim kötü oluyor. aklıma her şey bir anda doluyor. denize gidiyoruz, yüzme yarışı yapıyoruz, ablamla kavga ettikten sonra hep aynı nasihatleri dinliyoruz, televizyonu kapattıktan sonra yorganımı kontrol etmeye geldiğinde uyuyor taklidi yapıyorum, doktora giderken arabada radyo açıyor ve sevdiğim yapbozlardan hediye alıyor, dondurma gezilerine çıkıyoruz…

sonra bir gün uyanıyorum, bakıyorum neşesi gitmiş. ne zaman gitmiş? hiç bilmiyorum, fark etmiyorum. annemin genç yüzünü düşünürken babamın yaşlandığını bile fark etmiyorum. belki de en çok buna üzülüyorum.