Sabahın ilk ışıkları, göz alabildiğine çorak toprakları aydınlatmaya başlamıştı. Ufukta yoluna devam eden kervandan başka bir canlılık belirtisi yoktu. Güçsüz ve hasta hayvanlarının sırtında güneşi selamlayan bu yolcular için bugün, diğerlerinden çok da farklı değildi. Şehre yalnızca bir günlük yolları kaldığını müjdeleyen kum tepelerini gördüklerinde içlerinden birkaçının haykırışları hariç her şey, dünün aynısıydı. Güneş, sonsuz gökyüzünde ağır ağır yükselirken artık doğa da canlanmaya başlamıştı.

 

Vücudumu okşayan vahşi sıcaklık artık uyanabilmem için bir gerekli ritüel haline geldi. Haftalardır burada olmama rağmen güneşin acımasızlığına alışamadım. Geceleri yurdumun dağlarından daha soğuk olan bu diyar; nasıl olur da birkaç saat içinde cehennem kadar ısınabilir? Bu durumun farkına son zamanlarda varmış olmamda kaldığım pansiyondan atılmamım payı da büyük olsa gerek. Yalnızca gönlümü eğlendirmek veya bir ihtimalin izini sürmek için yürüdüğüm bu pis sokakların bir gün evim olacağına ihtimal vermiyordum. Tıpkı bu satırları yazmayı daha önce hiç düşünmediğim gibi. Hatırıma gelen birkaç sözcük beni öylesine derinden sarstı ki son meteliğimi de adi bir deftere ve küçük bir kömür kalemine verdim. Başımdan geçenleri anlatmak ihtiyacı; ekmekten, sudan daha ağır bastı.

Üzerimdeki paçavraları ve perişan halimi görenler, artık ayağa düşmüş bir orospu olduğumu düşünse de gerçek bundan çok farklı. Yedi hafta kadar önce bu saatlerde Akdeniz’in diğer ucundan gelen ve kırmızı rengiyle denizin ortasında bir alev topu gibi parlayan gemiden ayrılan insanlardan yalnızca biriydim. Güzel kıyafetler içinde Avrupalı bir gezgin, bir hanımefendi… İskenderiye’yi işte böyle bir sabah selamladım. Daha yere ayak basmadan keskin baharat kokuları burnuma ulaştı. İnince anladım ki bu kokular Avrupalı müşterileri için bekleyen ve dükkânı bir at arabasından ibaret olan aşçıların tezgahlarından geliyormuş. Üç gündür hep aynı yemekleri yemekten bıkmıştım, bu maharetli Arap aşçılar sayesinde biraz olsun midem bayram etti. Umarım kitaplardan öğrendiğim Arapça, burada işime yarar, aksi halde dillerini konuşamadığım için aç kalmak çok gülünç olur. Kushari dedikleri bir yemeği denedim. Henüz çocuk sayılabilecek aşçının yemeğime koyduğu baharatların sayısını hatırlayabilecek kadar güçlü bir hafızaya sahip miyim, bilemiyorum. Yemekten sonra yine aynı aşçı bana bir odun parçası verdi. Bu duruma anlam veremediğimi görmüş olacak ki aynı odundan bir parça ısırdı ve yedi. Aynı şeyi ben de yaptım ve böylelikle şeker kamışıyla da tanışmış oldum.

Artık güneş iyice tepedeydi ve havanın sıcaklığı dayanılmaz seviyeye gelmişti. Limana yakın bir noktada gözüme hoş gözüken bir pansiyon buldum ve hemencecik yerleştim. Saat akşamüstü yediyi vurduğunda kendimi dışarı atmıştım. Bu büyüleyici atmosfere sahip şehrin her karışını görmek istiyordum. İtalya’nın, vatanımın, aksine burada eğlenecek yer çok az. Özellikle buranın yerlileri benimle aynı eğlence anlayışına sahip değiller diye düşünüyorum. Erkekler dinlenmek ve eğlenmek için uzun çubuklu bir alet kullanıyorlar. Tıpkı sigara gibi kuvvetli bir dumanı var. Şehirde biraz dolaştıktan sonra bunun isminin nargile olduğunu öğrendim. Bu ve bunun gibi değişik kelimeleri daha önce duymamış olsam da genel dil ve kelime bilgisine hâkim olduğumdan bu kısa gezintimde iyice emin oldum. Anlama ve anlaşılma açısından bir sıkıntı çekmiyorum fakat elbette eksiklerim var. Umarım ilerleyen zamanlarda bu eksiklerimin üstesinden gelirim. Nargile o kadar ilgimi çekti ki nasıl yapıldığını da sordum. Anladığım kadarıyla tütün ve çeşitli esansları birleştiren bir ehlî keyif icadı bu nargile dedikleri şey. Erkeklerin aksine kadınlar, sokağa çıkmıyorlar. Özellikle de lokanta, kahve gibi yerlerde Arap kadınları görmek imkânsız. Buraya gelmeden okuduğum birkaç yazıdan öğrendiğim kadarıyla bu durum dinlerinin bir kuralı. İlk gün gördüğüm şeyler bundan ibaret değil elbette, ama benim asıl anlatmak istediğim şey gözlemlerim ya da günlük yaşantım değil.

Buraya gelirken aklımda ve kalbimde birçok şey vardı. Akdeniz’in güney kıyılarına olan merakım ve maceracı ruhum elbette ki bunlardan birkaçı. Fakat daha da önemlisi, hiç görmediğim babamın tek fotoğrafı. Ben henüz bebekken gemilerde makineci olarak çalışan arkadaşıyla anneme gönderdiği mektuptan elimde ve hatırımda kalan tek anı. Bu fotoğraftaki adamı, babamı, ölü ya da diri bulmak istiyorum. Onsuz geçen bunca yıldan sonra bu arayış yavaş yavaş benliğimin bir parçası haline geldi. Bugün İskenderiye’de olmamın en büyük sebebi belki de bu arayış… Fotoğrafta babamın arkasında gözüken büyükçe evi soruşturdum. Halktan öğrendiğim kadarıyla burası Montaza Sarayı imiş. Kısa bir yürüyüşten sonra işte buradayım. Yurdumdaki yapıları anımsatan bu görkemli sarayın önündeyim. Denizin ılık meltemi burada yüzüme bir ayrı vuruyor ve beni adeta sarhoş ediyor. Fakat bu güzel seraptan ayılmam gerekli. Gece yarısına iki saatten az bir zaman kaldı. Bana yardım et; bir yol, bir işaret göster. Parlak duvarlarında babama ait hiçbir iz yok mu ey ulu Montaza. söyle bana.

Böylesine yakınmanın bir anlamı olmadığını çok geçmeden anlıyorum. Sokaklar iyice tenhalaşmadan evvel odama dönmek benim için en iyisi olacak. Odamda, gemideki yatağımdan çok daha rahat bu yumuşacık yatakta uykuya dalmadan önce zihnimdeki düşüncelere kulak veriyorum. Bir yerlerde, benim dünyaya gelişimin sebebi olan bu adamın hala nefes aldığını hissediyorum. Ama neresi? Bunu bilmek için zihnimden ve duygularımdan fazlasına ihtiyacım var. Doğacak olan güneşle birlikte aramaya koyulmak istiyorum. Kim bilir belki bu güzel şehri babamla birlikte gezerim. Bunu gerçekten istiyor muyum, bilmiyorum. Emin olduğum tek bir şey var ki yeni gün benim için yepyeni ve saman sarısı bir sayfa olacak.

 

                                                                                                                         İskenderiye, 1928

                                                                                                  

Piovere Matharin