Ne yazacağımı bilmiyorum. 

Klavyenin üzerinde parmaklarım ama kaskatılar, zorluyorum kendimi, yazıp yazıp siliyorum. Sildiklerimden bir kitap yapabilirdim belki, anlamsız bir parça çöpü kim alır da okurdu bilmem ama insanlar hâlâ ana haberleri izliyor sonuçta, çöpüm için umut olabilir. 

Kırmızı bir ışık açtım, evet teknoloji çok gelişti, rengi kumanda ile değiştirilebilen bir ampul takmıştım masa lambama, tavana çevirdim. Ekran hariç her şey kankırmızı. Arkaya da ambiyans için uzun bir klasik müzik kolajı açtım, hayır sofistike olduğu için değil. Zaten aklıma yazacak bir şey gelmiyor bari aklıma gelenleri yazarken kafam karışmasın diye açtığım rastgele bir liste işte abartılacak bir şey değil. 

Ne yazacağımı bilmiyorum dedim ama daha çok nasıl yazacağımı bilmiyorum. 

Klişelerin iyi işlendiği sürece yine de etkileyici olabileceğini savunan insanlar var, pek de haksız sayılmazlar. Bazı konseptler artık çok sıradan. Olguların tanımını yapmak gibi. Aşk ve politika mesela (ki bu ikisi pek de farklı şeyler sayılmaz aradaki tek fark tarafların birbirine aşko kuşko kelimelerle seslenmesidir), savaş , açlık, sefalet, fakirlik, zengin kız fakir oğlan gibi zıt isim ve sıfatların kombinasyonları, ve sırf sözcük sayısı artırmayı marifet görmediğim için (ve elbette aklıma gelmediği için (sıkıldığımı da söylemek gerek)) saymayacağım daha nice konsept. 

Ve ölüm. 

Biraz daha “filler” paragrafla sizi baymama izin verin. Lütfen, yalvarırım izin verin tamam mı buna ihtiyacım var n’olur… 

Şunu söyleyebilirim; derdim sizinle ölüm konsepti ile ilgili düşüncelerimi paylaşmak değil. Bambaşka bir soluk da getiremeyeceğim aşikâr. Ben yazar değilim, sadece derdim var; aynı diğer herkes gibi. Ben rastgele yazıyorum, içim dışıma çıkıncaya kadar ağlamak yerine içimi dışıma çıkarmak üzere yazıyorum. Evet ağlıyorum da, ama konumuz o değil lütfen konudan uzaklaşmayalım. 

Bu yazıyı kim okuyacak bilmiyorum, bu satıra kadar kim okudu bilmiyorum. Ama eğer okuduysan en azından elin boş ayrılma diye sana bir dost tavsiyesinde bulunacağım. 

Kimseden tavsiye alma. 

 

Bana vurmayı kes tamam mı şakaydı benim de eğlenmeye ihtiyacım var! 

Tavsiyem şu; 

Hiçbir şeye, hiç kimseye, asla ve kat’a, (o) yaralandığında öleceğin, (o) öldüğünde silineceğin kadar bağlanma. 

Değer verdiğin bir şeyin bir daha asla dünya üzerinde varolamayacağını bilmenin üzüntüsünü yaşama. 

Bu acıyla çürüme. 

Ellerinle gömme onu. 

Kaskatı bedenine dokunma. 

At tut arkasından, “nefesi kokuyordu” de, “sinir bozucuydu” de, uydur bir şeyler. Gitme, durma o mezarın başında. Gözyaşlarınla sulama küreğe doldurduğun toprağı. Ama eğer ki gideceksen yanına temiz ayakkabılar al, küreğini unutma, bir arkadaşından arabasını rica et. Tam takım taklavat git, hazırlıklı ol. Güzel bir yer seç ona. Deniz görsün. Yol kenarında bir ağaç dibi iyidir, belediye yol yaparken o ağaçları yıkmak yerine patikayı yol yapar geçer. Su da varsa yakınında toprağı yumuşak olur, kolay kazarsın. İyi dostların olsun, omuzlarını ıslat. Tesellilerini duy. Teselliler ne garip; herkes işe yaramaz laf salatası olduğunu biliyor ama yine de söylüyor ve dinliyor. Taziyeler, teselliler… İnsanlar olarak biz ne kadar acınasıyız. Elimizden hiçbir şey gelmeyen konular hakkında birbirimizi avutmaya çalışmamız türlü yalanlarla, varsayımlarla, ne kadar acınası. 

Zor geliyor. 

Çok zor geliyor. 

İşte bu yüzden don lastiği gibi çekip çekip uzattım girişi. 

 

Ben de klişeleşeyim biraz, kendi hâlimde derdimi anlatıyorum sonuçta bana klişeleştiğim diye kızmayın, bir tanımlama da ben yapayım. 

Girişi uzattım evet. Çünkü ölüm, sus payıdır. Ben kütüphanelerce duygu hissediyorum ama yalnızca taziye kabul edebilecek kadar dönüyor dilim, tesellileri göğüsleyecek kadar işte. Bu yüzden ne hissettiğimi değil, ne hissedebileceğinizi yazabildim. O güne hazırlıklı olmanız gereken bilgileri size aktarmaya çalıştım. 

Çünkü ben hiç hazırlıklı değildim. 

Ayakkabılarım battı. 

Küreği apartmanın bodrumundan buldum. 

Ve arabam yoktu. 

 

Akşam saat 8’e yaklaşıyor. Otobüsteyim. İskele durağına yanaşıyor otobüs. Durakta bir kadın, yerde yatıyor. Vücudu kasılıyor, titriyor, olduğu yerde sekiyor. Başındaki insanlar dehşet ve endişe içerisinde ambulansın nerede kaldığını birbirlerine soruyor. Kadın bir hararetlenip bir sakinleşiyor. Kulaklık takıyor olmama rağmen kadının çığlık attığına neredeyse eminim. Oturduğum yerde alnımı cama yaslamışım. Yüzüm donuk. Gözlerim kadının üzerinde kilitlendi, bomboş bakıyorum. Orada değilim. Tüm bunlarla aynı anda, kulaklığımda Malt grubunun bir şarkısı çalıyor. Hani bazı şarkılar aynı nakaratı şarkı sonunda tekrarlayarak fade out biter ya, tam da o kısımda. Sözleri yavaşça zihnime işliyor, azar azar anlam kazanıyor. Dikkatim tamamen şarkının sözlerine odaklanmayı başardığımda anlıyorum; eve döndüğümde o ölmüş olacak ve ben bugün canımdan bir parçayı ellerimle yol kenarındaki bir ağacın dibine gömeceğim. 

“…Alıştıkça, yaşadıkça 

Önemsiz gibi geliyor…” 

 

 

 

Elveda benim can dostum, biricik kardeşim, canım oğlum. Yoldaşım, sırdaşım. Senden bu dünyaya yalnız bir tane geldi Bulut. Umarım bana olduğun kadar iyi bir sahip olmuşumdur sana. Sana kızdığım her an için özür dilerim. Benim küçük tüy yumağım, ışıklar içinde uyu.