otoparka indiğimizde bir sigara yaktı. bıraktığını sanıyordum. halbuki onunla daha önce hiç konuşmamıştık. sadece denk geldikçe beni tanıdığını ima eden mimikler takınır, selamlaşmaya yakın ama o kadar da samimi olmayan bir hareket yapardı. buna rağmen beraber aşağı inme isteğimi reddetmedi. sigarasından bir nefes çektikten sonra, onu buraya neden davet ettiğimi sordu. planım hazırdı. kitaplar okuduğunu öğrenmiştim. birtakım kitaplar. şu çok satanlardan. ergen kız kitapları yani. ”ucuz romanlar”. edindim hepsini, tek kuruş bile vermedim çünkü onlarla kıçımı silmeye bile tenezzül edemem. bu ergen boklarını okuyan kim varsa ona gidip iki üç güzel söz söyledim. yaklaşık on kitabı ödünç alıp hepsini tahlil etmeye çalışarak okudum. çalışarak diyorum çünkü tahlil edilecek bir şey yoktu. ayrıca ilk kitaptan sonra tahlil çok da zor olmuyordu. tüm ucuz romanlar gibi bunların da olay örgüsü aldatma ve hile üzerine dayandığı için, genellemeler yapabilmiştim.

karşımdaki sigarasını yarıladığında, ben onun sorusuna hala cevap vermemiştim. sorusuna bir buçuk dakika cevap alamayan bir kadının mekanı terketmemesi nasıl yorumlanırdı? bunu hiç bilmiyorum çünkü daha önce cevapsız bıraktığım tüm kadınlar siktiri çekip gitmişti. ben de daha fazla beklemedim. sıraladım. ilk başta çok satanların ilk kitabını saydım, olay örgüsünü, kitabın ufak bir eleştirisini falan. entellik tasladım yani. ardından ikinci kitaba geçtim, ardından üç, dört, beş… ağzı açık beni izliyordu ve ben de yazı yazarken hissettiğim gibi hissediyordum kendimi. hissetmiyordum yani. yazı yazarken de böyle olur, kelimeler, harfler, cümleler, noktalama işaretleri ve bilumum dil bilgisi kuralları böyle uygulanır tarafımdan.

beşinciden sonra derin bir nefes aldım. konuşma sırasının ona geçtiğini ima ettim. kafası çalışan biriydi, sazı eline alıp konuşmaya başladı. mimiklerinde şaşkınlığını yeterince gösterdiğine inanıyordu, o yüzden kurduğu cümlelerden şaşkınlıktan eser yoktu. sanki az önce on dakikada beş best seller kitabı yorumlayan kişiyle konuşuyormuş değil de, kahvehanede faruk abiye çay söylüyormuş gibi konuşuyordu benimle. bu sefer ben de ağzım açık onu izlemeye başladım. zaten karşımda durması başlı başına bir sanatçı için ilham meselesiyken, her ne kadar değersiz de olsa bir sanatla ilgili konuşuyor olması, tüm ilham perilerini kıskandırıyordu. sözünü kestim.”neden bu ucuz kitapları okuyorsun?” dedim. sanırım bütün her şeyi bok edecek bir cümleydi bu ama umrumda değildi. kendisinin her ne kadar hayranı olsam da edebiyat duruşumu bozamazdım. bir haftada on tane popüler kitap okuyunca bozuluyor muydu bukowski okumuşluğumuz? hah-ha. silindi mi sanki ekmek arası hafızamdan. neyse canım.

”ben bunlardan keyif alıyorum, sence bunlar değersiz mi?” dedi. ve dünyanın tüm sahne ışıkları üzerime çullandı. vesselam kalakaldım öyle. güzel bir orta yapmıştı sağ kanattan ve benim kafa vuruşlarım iyi değildi. halbuki her zaman kendisine yerden orta yapmasını söylerdim. aslında bakarsanız bu ilk diyalogumuzdu ve sigarasını bitirmişti. yeni bir sigara çıkarırken bana da bir tane uzattı. aldım.

”bence ucuz romanlar, hatta roman bile diyesim gelmiyor bazen. hani süpermarketlerden kitap alan tipler olur ya, onlardan biri olduğunu düşünmek bana koyuyor.”

”neden?”

”çünkü ben..”

”çünkü sen ne?”

”bunu sonra söyleyeceğim.”

”pekala, ama şunu unutma ki ben de senin söylediklerini dikkate alıyorum.”

”neden?”

”çünkü ben de…”

”sen de ne?”

”bunu sonra söyleyeceğim.”

”ama bu haksızlık”

”seninki de öyle”

bu konuşmadan sonra sigaralarımızı içmeye devam ettik. sonra ani bir hayvani içgüdüyle elinden tuttum. yürümeye başladık. bütün sahil boyunca yürüdükten sonra bir kitabevi gördük. girdik ve ona dikkate alacağı şeyler söyledim orada. onu seviyordum ama bunu itiraf etmenin zamanı değildi. bütün modern sinemayı kıskandıracak bir kurguyla yapacaktım bunu.