Geri dönüyorum.

Tuzuma ve özüme, yaralarıma ve gücüme dönüyorum.

O yıkımı toprak bile unutmuş, küllerin üstünde ağaçlar filizlenmiş, yosunlar ve toprak harabeleri yutmuş, halkın ve yönetici koltuğundaki büyükbaşların kan et ve kemikleri toprağı beslemiş. Capcanlı günleri sanki hiç yaşanmamış gibi, sincapların ve kuşların sesi şimdi doğanın yeşiline boyanmış yıkık evlerden geliyor. Meyus ile birlikte artık heykeli her nasılsa kaybolmuş, sadece kaideden ve kaidenin üzerine kanla yazılmış (ve çoktan okunmaz olmuş) müjdelerden ibaret şehrin göbeğinden geçiyoruz. Zamanında birbirine dikerek birleştirip kanla boyadığım o uzun halılar grubunun üstünde çimenler yetişmiş. Bu sefer benim için serilmiş gibi hissettiriyor, bir nebze de olsa dağa olan yolculuğumuzu kolaylaştırıyor.

Gerçi dağa bu gidişim biraz farklı. Almaya değil vermeye, görmeye değil sunmaya gidiyorum; yalvarmaya değil, müjdelemeye, belki de teşekkür etmeye gidiyorum. “Biraz” demek pek olmadı sanırım, bu sıralar konuşmayı da beceremiyorum yazmayı da, kelimeler birbirine giriyor, bazen yazarken kelimeleri atlıyorum, anlaşılmaz hâle geliyorlar, çok sinir bozucu… Meyus’un bunda payı olabilir, malumunuz; Meyus kulağıma küpe, omzuma vatka misali.

“Değiyor değil mi?”

“Değiyor, kesinlikle değiyor.”

Teşekkürün yükü olmamalı. Üstüne bastığı toprağı, yürüdüğü yolu, zor diye suçlamamalı insan. Üstelik de kasten zor olmanın kibri insanlara aitken.

Kimi kel, kimi kıvırcık, kimi röflesini yeni yaptırmış ağaçların pedikürsüz köklerine takılmadan yukarı, daha yukarı tırmanırken mezuniyet konuşmamı tekrar ediyordum. Meyus da sağ olsun bana yardım ediyordu.

“Kimse senden sıkıcı bir konuşma dinlemek istemiyor ki. En maskara hallerini biliyorlar zaten. Bence samimi ol, doğaçla gitsin. İlk okul münazarası gibi bu ne lan? Şimdi de 2-K sınıfından…”

İçinde “rimel” kelimesi geçen berbat bir espri yapmamak için dilimi ısırdım.

“’Sayın’ diye hitap ederek başlamayayım mı yani?”

“Oldu olacak ‘Pek muhterem efendiler’ diye başla, zaten yeteri kadar utanç verici bir konuşma hazırlamadın mı niye daha da bokunu çıkarmaya çalışıyorsun ki? Hem, yakardığın şey ya da ‘şeyler’ tanrı mı ki?”

Sanki hayatım boyunca bu soruyu beklemiş, bu konu hakkında yıllarca ıssız bir yamaçta yalnız başıma meditasyon yapıp ruhanî bağlarımı güçlendirerek hazırlanmış gibi bir ciddiyetle cevap verdim;

“Tanrı neye denir Meyus? Sen tam olarak neye tanrı diyorsun mesela? Yargılamıyorum elbette, gerçekten merak ettiğim için soruyorum. Medet umduğun; sevgiyi, nefreti ve korkuyu beslemeye ihtiyaç duyduğun şeyin gerçekten var olmasa bile senin için var olduğunu yani onu mecazen kendi ellerinle yarattığını, ve o andan itibaren yarattığın o hisler bütününün senin tanrın olduğunu kabul etmen gerekir. Ya da en azından benim için öyle; ben karşılıksız hisler bütününe Tanrı diyorum.”

“Kafana bir şimşek yemeden sussan iyi olur felsefe paratoneri!..”

Doğru ya. Meyus bu konularda… nasıl desek… biraz muhafazakâr olabiliyor.

Kesinlikle seviyeli olan tartışmalar ve heyecanın da getirdiği karın ağrısı ile birlikte zaten ölü doğmuş bir şehrin ikinci ölümünden sonraki anıtmezarları geride bıraktık.

Harabeler tepeden bakınca görünmüyor, ya da belki de o kadar uzun süredir tırmanıyorduk ki artık çağlar geçti ve tamamen toz olup havaya karıştılar. Ama şu içine bir şişe milliyetçilik, iki yüz gram din temelli ahlak yumuşatıcısı ve bir tatlı kaşığı abartma tozu katılmış üçüncü dünya ülkesi lise tarihinden bahsetmiyorum tabii. İnsan kendi tarihinde sahtecilik yapar mı be ayıp ulan?! Yapar evet haklısınız. Yani yapar da, yapmamalı, yapmazsa iyi olur. “Tarih tekerrür” deyip durmaz mıyız kendimizi bildik bileli? Tüm çıplaklığı ile bilmek ve aktarmak gerekir ki ders çıkarılabilsin, zincir kırılsın. Heh işte, kendimi üçüncü dünya ülkesi gibi hissediyorum tam bu yüzden, umudum halkımdı ve ben her “hıyarım var” dediğimde tuzluklar koştular. Her seferinde bir umut kurdum şehrimi, heykeli diktim, her seferinde kıyametler getirdi o heykel ve yine her seferinde yıkıntıların altında kaldı halkım. Tarihimi en çıplak hâli ile ele alabiliyor olmama rağmen ders çıkarmam ne kadar da uzun sürdü. Ya ben kötü bir heykeltıraştım ya da fazla iyimser tasvir ediyordum. İkinci ihtimale daha sıcak bakıyorum.

Bulutlar beni tıbbi tanı ekibi gibi izliyor. Sanki bastonlu, ilaç bağımlısı aksi bir adam kayaların arasından fırlayıp teşhis koyacakmış gibi. Miskin bey de beni pek özlemişe benzemiyor, üstüne oturacağım diye iyice kasmış kendini. Belki de son düşüşünde canı çok yanmıştır. Şanslı ki aynı yere düşmüş, oturmadan önce bir geçmiş olsun dilesem iyi olurdu, aklıma gelse bir-iki çiçek getirip baş ucuna dikerdim. Malum bir Meyus bir de o buradaki reddedilişlerime şahitler. Bazen onurumu, bazen kemiklerimi bazen de kalbimi kırarak reddettiler, her birinde buraya tam da bugünkü gibi dönmenin hayalini kurmuştum.

İzlenirken konuşmak ne zor… Tabii yazarken de. Satırlarca bu konuşmaya sıra gelmesin diye saçmalamışken artık yumurta kapıya dayandı.

Sahneye çıkarken on saniye kuralı

Derin bir nefes al.

Gözlerini anlamsızca kalabalıkta (ya da benim durumumda gökyüzünde ve yeryüzünde) gezdir.

Nefesine odaklan.

Sadece on saniye.

Tamam, hazırım.

Gerçekten çağlar geçmiş olacak ki konuşmamı not aldığım zaman kâğıdı toz olmuş havaya karışmış, işin kötüsü kıyafetlerim de öyle. Şimdi aynı tarihim gibi; tüm çıplaklığımla karşılarındayım. Kesinlikle daha da çok utanıyorum.

Ve şimdi onca şeyden sonra, tüm o yıkılan şehirler, ölen umutlar, yıkılan heykeller ve geçen çağlardan sonra; o kâğıda yazdığım sayfalarca şeyin hiçbir önemi olmadığını fark ediyorum. Her satırı “koyduk mu” benzeri futbol magandası afra tafrasından ibaretmiş meğer, aslında söyleyecek ne az şeyim varmış.

Sakat kayanın üstüne çıktım ve bağırdım;

“Yeni şehir halkımındır, doğru tanrıçanın puta ihtiyacı olmazmış,

Başardım!”