10:22:34… 10:22:35… 10:22:36… saatin makul sistemi sayıların güzelliğini daha da arttırıyor. Bu karanlık ve sessiz hücrede geçen 47 gün 15 saatte sağlığını korumasını bir tek bu kol saatine borçlu. Bir de Connor var tabi. Connor… onu 8 günde bir ziyaret ediyor. Yarın sabah 10:00’da 6. ziyaretini gerçekleştirecek. Parmakların arkasından gardiyan şöyle seslencek: Alan Sullivan, ziyaretçin var! Yakalanmadan öncesine gidebilse neyi değiştirebilirdi? Yakalanmaktan kurtulabilir miydi? Bilmiyordu. Kol saatinin pili biterse ne yapardı? Bilmiyordu.
-Sayıların iblisi tutsak edilmeli diye ağzında geveledi.
Sonrasında arkasını döndü ve sanki ilk defa görüyormuş gibi kaldığı hücreye dikkatlice baktı. Pencere yoktu, ışık yoktu, ki bunlar en kötüsü de değildi. Hayata dair şeyleri bırakıp uyumak istese altında yatak namına doğru düzgün bir şey yoktu. Yamalı, uzun bir battaniye. Altına serdikten sonra bir kısmıyla üstünü de örtebiliyor. Bu kadar. Ancak böyle diyerek battaniyeyi kötülediği düşünülmesin, battaniye kol saati hariç hücredeki en güzel şey. Çünkü battaniye hücredeki onun olmayan tek şey. Battaniye ve hiçlik… Kalem, kağıt, halı, sandalye, masa… olamayan ne çok şey vardı! Varlıkta bulunmayan… Ah, neredeyse unutuyordum: Tuvalet olduğunu düşündüren bir delik vardı, en azından kendisi hep bu amaçla kullanmıştı. Fakat onun varlıkta olduğu söylenemezdi, o daha çok bir zamanlar var olmuş şeyleri yutmakla mesul gibiydi. Delikten bir şekilde geçmiş, bok püsürün üzerine kümelenmiş sandalyeler, yorganlar hayal etti. O delik esasen bir karadelik bile olsa, her şeyi içine şıp diye çekse bile kol saati onunla kalmalıydı, dakikayı günü ayı göstermeliydi. Çünkü sayılardı en sevdiği, ona hep sayılar gülmüş, sayılar büyütmüş, gizemlerini kulağına fısıldamıştı. Bu yüzden “tık tık” etmeliydi yelkovan, sayıların akışı olmalı, benliğinin dışında aksiyonlar bulunmalıydı. “tık tık tık tık, aksiyon, tık tık tık tık, sekiz dokuz on.”
– Kural bir: Akıl sağlığı kaybedilmeyecek.
Dedi ve yere uzanıp battaniyeyi üstüne örtü. Son sözleri hoşuna gittiği için yüzünde minik bir gülümseme vardı
– Kural iki: Kural bir asla unutulmayacak.
Diye mırıldandı uykuya dalarken.
*****
– Alan Sullivan, ziyaretçin var!
Gözlerini hemen açtı. Kol saatine baktı. 9:53.
-“Ziyaretçim” varmış, sanki Connor’dan başka gelen var.
Diye sessizce söylendi ayağa kalkarken. Rutin tamamen aynıydı: 6.kez gardiyan sağ arka cebindeki anahtarla demir kapıyı açtı. 6.kez sağ elindeki silahını ona doğrulturken sol elindeki kelepçeyi takmasını emretti. Yine itaatkâr bir biçimde kelepçesini taktı ve karanlık koridorlardan geçerek her içeri girdiğinde Connor’ın aynı sandalyede oturduğu, kendisinin gardiyan tarafından ayaklarından karşıdaki sandalyeye kelepçelendiği beyaz badana boyalı odaya doğru yürümeye başladı. Odadan içeri girdiğinde bu sefer bir sürprizle karşılaştı, Connor önündeki afilli bir servis tabağından enfes görünüşlü bir rosto yiyordu. Kendisi gardiyan tarafından karşıdaki sandalyeye kelepçelenirken istifini bozmadan yemeye devam etmişti. Gardiyan işini bitirip odadan çıkarken gözlerini kaldırıp ilk defa Alan’a kısa bir bakış attı. Ardından ağzına bir çatal daha atıp tabağın sol çapraz önünde duran bir kâğıdı incelemeye başladı. Alan 47 gündür sadece meyve ile beslendiği için odaya girdiğinden beri rostoya kilitlenmişti, kâğıdı henüz fark ediyordu. Tam kâğıdı o da incelemeye başlayacakken Connor sol eliyle kâğıdı alıp kendi göz hizasına doğru kaldırdı, sağ eliyle de çatalı bırakmış serçe parmağının tırnağıyla dişindeki artıkları almaya çalışıyordu. Bir müddet kâğıdı iyice taradıktan sonra kağıdı okumaya başladı:
-1230186684530117755130494958384962720772853569595334792197322452151726400507263657518745202199786469389956474942774063845925192557326303453731548268507917026122142913461670429214311602221240479274737794080665351419597459856902143413.
Connor kağıdı tekrar masaya koydu ve sırıtarak konuşmaya başladı:
-Bir bilgisayarın bu sayının asal çarpanlarını bulması 2000 yıl sürüyor. 24000 bilgisayarın ise bir ay. Ama o da ne? Allan Sullivan adındaki camianın orta ünlü bir matematikçisi yağmurlu bir öğleden sonrası çalıştığı Cornell Üniversitesi’ndeki bazı meslektaşlarına Shor Algoritmasını optimize ederek çok büyük asal sayıların çarpanlarını inanılmaz bir hızda bulmayı başardığını anlatıyor. Buluşundan epey gururlu Allan Sullivan, bu sayının asal çarpanlarını geliştirdiği algoritma ile kendi bilgisayarında 1 haftada bulduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor. Peki çok önemli bir soru: Allan Sullivan dünyaya ne yaptığını biliyor mu?
-Enkripsiyonun sonu…
-Bingo! Dünyadaki bütün dijital data’ya erişim, özel şirketlerin ve devletlerin “saklı” bilgilerinin tek tek ortaya serilmesi… Heyecan verici değil mi? Oh kesinlikle
öyle, hele dünya böylesine vahşi, adaletsiz bir düzene evirilmişken her şeyi sıfırlayarak kaos yaratmak, yeni sistemin eskinin küllerinden, geçmişin hatalarından arındırılarak kurulmasını sağlamak gerekli değil mi Allan?
-Bunları konuşmuştuk…
Connor sakince etinden bir çatal daha aldı. Lokmasını çiğnerken gözlerini kapatıp çok zevk alıyormuş gibi bir ifade yaptı. Lokmasını yuttuğunda tekrar gözlerini açıp konuşmaya başladı.
-Önceki her buluşmamızda içinde bulunduğun durumun umutsuzluğunu anlatarak seni ikna etmeye çalışmıştım. Evet dünyanın ücra bir bölgesinde yerini yalnızca benim ve gardiyanın bildiği minik bir hapishanedesin. Evet, insanları kaybolduğuna dair değil, öldüğüne dair ikna edecek bir tezgâh tasarladık, cenazen çoktan kalktı, açıkçası gelen pek kimse de olmadı. Evet bana algoritmanın nasıl olduğunu anlatmadan buradan asla çıkamayacaksın falan filan. Bunları zaten konuştuk. Rostonun kalanını yemek ister misin?
Allan cevap vermedi. Sadece ete bakarak usulca yutkunmuştu.
-Sen istemezsen eminim ki gardiyan yerken epey keyiflenecektir.
-İsterim. Dedi Allan, kaybetme korkusuyla fısıldamıştı. Connor buna tezat olacak şekilde ağzının çıktığı kadar bağırdı:
-AMA YİYEMEZSİN!
– Anlamıyorsun değil mi dostum, eğer anlasaydın asla böyle konuşmazdın. İçinde bulunduğumuz bu aşağılık dünyayı hiç mi hiç anlamıyorsun. Ama artık görmelisin Allan, bu sistem tamamen böyledir çünkü, seni aç bırakır ve hemen burnunun dibine leziz bir rosto koyar. Bunu neden yapar? Çünkü yapabildiğini göstermek ister, varlıklar sana ne kadar yakınsa senin olmaktan da o kadar uzak olduğunu anlamanı istemez. Gittikçe daha da burnunun dibine sokar, daha da, daha da, DAHA DA! Neden? Çünkü en tepedeki bir avuç insanın her gün rosto yemesi için Allan gibi zavallıların bir gün rosto yeme hayaliyle harıl harıl çalışması gereklidir. Durmadan, sorgulamadan harıl harıl çalışmak. Çünkü rosto aşağıya böyle gitmez, nasıl gider biliyor musun?
Connor önce ceketinin iç cebinden bir kürdan çıkardı ve dişlerini bir güzel temizledi. İşi bitince kürdanı yemeğin içine attı. Sonrasında pantolonun sağ arka cebinden bir mendil paketi çıkardı, içinden bir mendil seçti ve onunla elini ağzını güzelce sildi. En son mendili burnuna götürüp kuvvetlice sümkürdü. Mendili hiç katlamadan etin üstüne yapıştırdı. Üzgün bir şekilde Allan’a baktı, onun gözlerindeyse büyük bir hayal kırıklığı vardı. Connor tekrardan mutlu bir şekilde sırıtmaya başladı, yüzüne hayal kuran bir insanın hevesi yerleşmişti.
-Oysa biz.
Dedi sandalyesinden kalkıp ağır adımlarla duvara yaklaşırken.
– Biz bu duvarlar kadar beyazız.
Yüzünü duvara dönmüş, bir eliyle adeta duvarı okşuyordu.
-Biz bu duvarlar kadar açık, adil bir yönetim istiyoruz. Ancak bunu gerçekleştirmek küçük fırça darbeleriyle mümkün değil. Günümüzün duvarlarını Pollock boyamış Allan; karmaşık ve etkileyici görünüyor ama aslında suni ve opak. Bu duvara bir daha boya sürülmez, bu duvarın balyozla parçalanması gerekir. Senin gibi zeki insanların yarattığı balyozlarla un ufak edilmesi gereken bir duvar.
Connor tekrar Allan’a döndü, ses tonunda baştaki agresifliğinden hiçbir eser kalmamış, kelimeleri adeta şefkatli bir melodiyle dökülüyordu.
-Sana neden işkence etmiyoruz, neden seni sevdiklerine zarar vermekle tehdit etmiyoruz sence?
-Bilmiyorum dedi Allan, kafası karışmış gözüküyordu.
-Ah, aslında çok basit. Çünkü böyle şeyleri kötü insanlar yapar dostum. Düzenin sonsuz kötülüğünden meşrutiyet bulup bir adım daha güçlenmek için her şeyi mübah gören kötü insanlar. Biz öylesine ahlaksız, öylesine çıkarcı sürüngenlerden değiliz. Bizler senin gibi bilim insanlarıyız aslında, yoksa seni bu kadar hızlı nasıl bulduk sanıyorsun? Senin gibi bilim insanları, senden tek farkı siyaseten aydınlanmış, bu ölüm ve acı makinesine dişli olmayı reddetmiş, kaosu ve dünyanın yeniden, adilce kurulmasını talep etmiş zeki insanlar. Bu insanlar isteseler de sana işkence edemez Allan, en fazla bu kapital düzenin bazı şanssızlara sunduğu “hediyeleri” gösterebilir sana: açlık, karanlık, yabancılık gibi. Hatta önüne rosto koyar, kolundan saatini almaz, bu bağımlılığı sürdürebilmek, sana bu onursuz kurnazlıklar bütünü hakkında ders verebilmek için. Daha iyi anlıyorsun beni değil mi dostum?
Allan yüzünü yere eğmiş, tepkisiz duruyordu.
-Bu konuşulanları iyi düşün sevgili Allan, 8 gün sonra tekrar geldiğimde seni bir mahkûm olarak değil, bir nefer, bir yoldaş olarak görmek isterim.
*******
8 gün sonra Connor tekrardan aynı sandalyesine oturmuş, matematik dehası balyozun getirilmesini hevesle bekliyordu. Onu böyle adlandırmak hoşuna gitmişti, gülümsemesi kuvvetlendi. Keyfi yerinde, heyecanı yüksekti.
Allan sonunda içeri girdi. Önceki haftaya göre daha zayıf, teni daha solgundu. Vücudu katlanması zor bir koku saçıyordu ama Connor bununla yaşayabilirdi. Önce gözlerine bakıp hızlı bir okuma yapmak istedi. Kafası karışık, psikolojisi kötü durumda bir adamın gözleriydi bunlar. 56 koca gün onu epey histerik, dengesiz yapmıştı.
Gardiyan rutini bitirip çıktıktan sonra yine ilk sözü Connor aldı:
-Hoş geldin Allan, konuştuklarımız üzerine yeterince düşündün mü bakalım?
-Ben… Evet…
Konuşurken açık bir biçimde zorlanıyordu. Connor onun işini kolaylaştırmak istedi:
-Harika bir haber bu. O zaman anlat bakalım dostum, yoldaşımız olmaya hazır mısın?
Allan yutkunup olduğu yerde dikleşmeye çalıştı. Az sonra söyleyecekleri kesilmesin
diye özel bir çaba veriyor gibiydi.
-Bence bu bilgi çok değerli. İnsanlık… bu güce hazır değil.
Connor’ın yüzündeki bütün mutluluk silindi. Birkaç saniye buz kesmiş, ifadesiz bir şekilde Allan’a baktı. Ardından sağ kolunun dirseğini masaya dayayıp avucuyla da yüzünü kapatıp bir süre durdu. Bu haliyle düştüğü borç batağı yüzünden yıpranmış bir adama benziyordu. Bir süre sonra yüzünü açtı, kızarmış alnı kırışıktı. Ondan beklenmedik bir sakinlikte Allan’ın koluna bakarak konuştu.
-Kol saatine bakabilir miyim Allan?
Allan’ın gözleri korkuyla büyüdü, ağzına gelen kasılmayı zorlanarak durdurmaya çalışıyordu. Titremeleri ve kasılmaları biraz yatışınca kelepçeye yer açılsın diye kolunda yukarı doğru sıvanmış kol saatini gösterdi. Durmuştu.
-Durmuş değil mi?
Allan başıyla onayladı, korku ve huzursuzluğu gayet açıktı.
-Buna çok üzüldüm Allan. Neler düşündüğümü sana şöyle açıklayabilirim sanırım.
Connor ceketinin iç cebinden kırmızı bir balon çıkardı.
-Ben balonları çok severim Allan, rengarenk ve heves dolu olurlar her zaman, tıpkı bizler gibi. Elindeki kırmızı balona birazcık üfledi.
– Sen buraya geldiğinde işte böyle bir balondun dostum, dehayla birazcık şişmiş. Ama hala toy, biraz güdük. Güzel bir balon olması için bizde var olan bazı erdemlerle de şişmesi gereken. Mesela bilinç.
Connor balona biraz daha üfledi.
-Cesaret
Üfledi.
-Adanmışlık
Üfledi.
-Yeni dünyaya inanç
Üfledi ve durdu, balon şimdi gerçekten de ideal bir boyutta, Allan’ın önünde elma şekeri gibi parlıyordu. Connor yüzünde hafif bir gülümseme ve gözlerinde hayranlıkla bir süre balona baktı, sonra Allan’a dönüp:
-Çok güzel değil mi? Dedi onay bekler bir şekilde. Allan hiçbir tepki vermedi. Ardından Connor tekrar çok üzgün bir ifade takındı:
-Sen de böyle hevesli, ışıl ışıl olabilirdin sevgili Allan, ancak sen daha farklı bir şekilde şişmeyi tercih ettin. Açlık
Connor balona biraz daha üfledi.
-Karanlık
Üfledi.
-Sosyal izolasyon
Üfledi.
-Histeri
Üfledi.
-Eylemsizlik
Üfledi.
-Durmuş bir kol saati
Balon patlamıştı.Allan gırtlağının derinliklerinden nefesinin kesildiğini gösteren bir ses çıkardı. Deli gibi titriyor, el ve bileklerindeki kelepçelerden kurtulmak ister gibi keskin-kısa hareketler yapıyordu. Gözleri faltaşı gibi açık, yüzü mosmordu. Kudurmuş bir boğa gibi nefes alıp veriyor, insanlıktan geçmiş bir şekilde adeta hırlıyordu. Başını olabildiğince aşağı eğip kontrolsüz hareketlerini ve derin solumalarını durdurmaya çalışırken Connor sessizce odadan çıktı. Karanlık koridorları geçip hücrenin birkaç adım önündeki gardiyanın masasına vardı. Gardiyan masasının üstündeki hücreden öteki yana konumlanmış masa lambasının ışığı eşliğinde bir dergiye bakıyordu. Ön dişleriyle dudaklarını ısırır vaziyetteydi. Işık, pantolonun açılmış kemerini,fermuarını ve pantolonun içindeki sağ elini net bir şekilde gösteriyordu. Connor öksürmeye benzer bir ses çıkardı. Gardiyan hemen dergiyi bırakıp ayağa kalktı, bir eliyle de kemerini kapatmaya çalışıyordu.
Connor öfkeyle
-Tuvalet ne için var gerizekalı! Diye azarladı gardiyanı
-Gardiyanın özür dilemesine dahi fırsat vermeden konuşmaya devam etti. Mahkum’un durumu kötüydü, kendine zarar verebilme, hatta becerebilirse intihar etme olasılığı vardı. Bu yüzden çok ama çok dikkatli olmalıydı, silahını asla mahkumda kullanmamalıydı, mahkum çok değerli bir elemandı, onun başına ne gelirse dört mislini gardiyana yaparlardı. Bu sebeple mahkumun ötmeden intihar etmemesi kesinlikle gardiyanın sorumluluğundaydı, isterse arada saatin kaç olduğunu mahkuma söyleyebilirdi, yeter ki mahkum ölmesindi.
-Gardiyan bunları anlamıştı, zaten tanrının bile siktir olup gittiği bu çölde tek bir işi vardı, onu da kolaylıkla yapabilirdi, yıllar boyunca böylesini çok görmüştü. Connor’ın her dediğini başıyla onayladı.
-*********
64. Günün sabahı Connor yine erkenden beyaz badana boyalı odaya gelmiş, sandalyesine kurulmuştu. Bu hafta anlatacaklarına çok iyi çalışmıştı, zira Allan’ın ötmek üzere olduğu besbelliydi, işbirliğine gitmediği her yolda acı çekeceğini ruh sağlığını kaybetme pahasına anlamıştı, o yüzden her şey gayet iyiydi.
Connor dakikalarca beklemesine rağmen Allan gelmedi. Meraktan odadan çıkıp karanlık koridorları geçti, hücreye yaklaştı. Gardiyanın masa lambası açık, masasıysa boştu.
-Tuvalete gitmeyi öğrendi herhal mahluk dedi ağır ağır adımlarken. Hücrenin önüne gelmişti, içeri doğru baktı. Allan kapıya arkası dönük, uzanmış yatıyordu. Onu uyandırmak için demir parmaklıklara vurmak istedi. Ama tam parmaklıklara vurduğunda demir kapı hafifçe açıldı. Connor şaşırmış bir şekilde açık kapıya baktı. Sonra kendini toplayıp kapıdan içeri girdi. Bomboş ve leş kokan hücrede karanlıktan hiçbir şey gözükmüyordu. Biraz ışık olsun diye pantolonun sol arka cebinden bugün anlatacaklarına destek olsun diye yanında getirdiği kibriti çıkarıp çaktı. Işığı yerde uzanan Allan’a doğru tutunca onun Allan olmadığını anladı. Gardiyan boynundan başlayıp kıyafetlerine bulaşmış kızıl bir birikinti içinde uzanıyordu. Kibriti hücre zemininde gezdirince bu birikintinin demir kapı girişinde de yoğun olduğunu, kapıdan gardiyana kadar uzandığını gördü. O sırada birikintiden uzaktaki köşede kıpkızıl parlayan ufak bir şey dikkatini çekti. Yanına vardı ve yerden kaldırdı. Büsbütün kana bulanmış kürdanın ucu çakı gibi sipsivriydi.