Apartmanın sessiz, rutubetli katlarından birinde karşılıklı dairelerden birinin kapısı açıldı. Kapıdan bir çocuk başı uzandı. Boyu kapı kolunun biraz üzerine denk geliyordu. Saçlarının çok iyi kesildiği söylenemezdi ve kumral rengi ve bakımlı görüntüsü bu açığı kapatıyordu. Kapıdaki aralık büyüdü ve bir eliyle omzundan çocuğu kavrayan kadın kapının önüne doğru yarım bir adım attı. Hareketliliği sonunda algılayan lambalar apartmanı içinde sıkışmış ölü kelebek bedenleri yüzünden yer yer düzeni rahatsız edilen kirli beyaz bir ışıkla aydınlattı. Çocuk gözlerini hemen sağından aşağı doğru kıvrılan merdivenlere dikmişti. Beyaz, krem, kiremit, gri gibi birbirinden soluk renklere boyanmış mozaik desenleriyle örülü beton merdivenler güçlerini bağlandıkları biçimsiz, paslı demir korkuluklardan mı yoksa çürük bir pembeyle neşelendirilmeye çalışılmış çatlak duvardan mı alıyorlar belirsiz, öylece asılı duruyorlardı.
Çocuk ve annesinin kısa bekleyişlerinin ardından aşağılardan gelen ve yaklaşan adımlar duyulmaya başladı. Klasik bir merdiven çıkma sesinden daha yavaş ve düzenli geliyordu. Sesler arttıkça çocuğun yüzünü bir heyecan, uzak bir kuzeninden kalma olduğu bariz olan lacivert pantolonunun sardığı bacakları kıpırdıyordu. Hala yanında dikilmekte olan annesi arkasındaki kapıyı biraz daha ittirerek iyice açtı. Bu sırada apartmandaki ışık aniden söndü. Belli ki başı evin içine dönük olan kadın bunu anında fark etmemişti. Aşağıdan gelen bir irkilme sesiyle beraber çocuk heyecanla bir adım daha öne atıldı ve kollarını çırpmaya başladı. Birkaç denemeden sonra ışıklar tekrar yanmıştı.
Merdivenin başında bir adam göründü. Yukarıdan ona bakan eşi ve çocuğuna geri bakamıyordu zira kucağında o sırada ilgilenmesi gereken başka bir şey vardı. Metalik görünümlü beyaz plastik plakalarla kaplı hantal, tozlu bir gövdeydi bu. Beş aylık hamile bir kadının karnı gibi kıvrılarak uzanan koyu gri bir ayna ve aynı gövdenin çeşitli yerlerinden bir ahtapotun hırslı kolları misali fırlayan beyazlı grili kablolarıyla babanın kucağına, omzuna ve odağına yerleşmiş bir bilgisayardı. Bu hantallığına rağmen pahabiçilmezliği ve gördüğü hürmete bakılarak her tarafında altın takılar takılmış yaşlı ve şişman bir kaynanaya benzetilebilirdi. Adam attığı her adımda çocuğa ve evine yaklaşıyor, bilgisayarı taşıdığı kollarına güveni ve kendine duyduğu gururu artıyor, bu yüzden de çocuğun yüzüne dönüyordu.
Çocuk nazikçe babasının bacağına sarıldı. Sakin bir selamlaşmadan sonra ikisi de baba ve bilgisayara yol vermek için geri çekildiler. Baba kucağına bilgisayarın gövdesi, sağ elinde de yere daha yakında taşıdığı kasasıyla içeri ilerledi. Hemen önündeki kapıdan geçerek büyükçe bir salona girdi. Çocuk ürkek adımlarla hemen arkadan ilerliyor, fakat heyecanı babası kadar yavaş yürümesine izin vermediğinden yerinde dört dönerek geliyordu.
“Nereye koyayım?”
Az önce dış kapıyı kapatıp anahtarı bir kez çeviren kadın içeriye girdi, eliyle salonun uzak bir köşesinde duran sehpayı gösterdi. Daima salonda narince durup bir misafir geldiğinde, yahut akşam yemeğinden sonra çay demlendiğinde koltukların önüne dizilen üç tahta, vernikli ve işlemeli sehpadan en büyüğüydü. Özenle silinmiş, geniş kanepelerin odanın köşesinde yarattığı alana yaslanmış, önüne de yemek masasındaki kahverengi sandalyelerden biri çekilmişti. Koltukların boyuna uygun olan sehpayla bu sandalye neredeyse aynı boyda oldukları için rahat bir ikili görüntüsü vermiyorlardı. Ayağındaki ahşap kısmın soyulmuş olması bu sandalyeyi yemek masasındakilerin hepsinden daha çirkin yapıyordu. Muhtemelen kırık olandan sonra en sevilmeyen sandalye olması bu tarafa atılmasında rol oynamıştı.
Adam bilgisayarı sakin ama hızlı bir şekilde sehpanın üzerine bıraktı. Bir kabloyla yandan sarkan tozlu, kaba klavyeyi nazikçe ekranın önüne yerleştirdi. Benzer durumdaki fareyi de köşeye ittirdikten sonra kanepelerden birine çöktü. Çocuk salonun ortasına dikilmiş, bir babasına, bir de bu makineye bakıyordu. Sonra bir anda karar vermiş olacak, sehpaya doğru ilerledi. Boyu sandalyenin sırt kısmının en tepesine kadar yetişemiyordu. Sandalyeyi çekti ve çıplak ahşap ayaklar eski parkede kulak tırmalayıcı bir iz bıraktılar. Tam bu sırada annesi elinde bir bezle içeri girip çocuğun yanına geldi.
“Bekle biraz ama” dedi. “Sen içeriye git oyuncaklarınla oyna, ben bunu temizleyince çağırayım seni bakarsın.” diye ekledi ve hafif homurdanarak tozlu makineyi elden geçirmeye başladı. Çocuk salonun ortasına kadar geri gitmişti fakat gözlerini bilgisayardan alamıyordu. Çiçek motifleriyle bezeli, soluk bir kızıl renkteki kalınca halının üstüne bağdaş kurarak oturdu. Çıplak ayaklarından birini istemsizce titretiyordu. Aynı zamanda sağ elinin parmaklarıyla da halıya dokunarak kimsenin duymadığı bir ritim çıkarıyordu. Gözleri annesinin etrafında döndükçe ikide bir görüşünü kapattığı bilgisayara takılmıştı. Belli belirsiz bir süreden sonra baba çöktüğü kanepeden kalkıp bir yandan gövdesini sıkıca sarmış olan mavi gömleğinin düğmelerini açarken bir yandan da ağır adımlarla odadan çıktı.
Birkaç dakika daha geçti. Akşam güneşinin kızıllığı biçimsiz apartmanlar arasından bu salona ulaşmanın yolunu nihayet bulabilmiş, turuncu biçimsiz parkelerin, soluk renkli halının ve lacivert pantolonlu çocuğun üzerini boyuyordu. Kadın makinenin etrafındaki titiz çalışmasını bitirdiğini gösterircesine geri çekildi, babanın diğer elinde çok da umursamadan getirdiği ve kenara bıraktığı kasayı da temiz haliyle sehpanın altına ittirdi. Evin bu yeni köşesiyle biraz bakıştıktan sonra huzursuz bir hale büründü. Salonun bir diğer tarafına doğru yürüdü. Birkaç çekmeceyi karıştırdıktan sonra küçük beyaz bir dantel aldı. Geri gelip onu da ekranın üzerine nazikçe yerleştirdi.
Salonda sadece bilgisayar ve çocuk kalmıştı. Evin geneline tekrardan hakim olan sessizlik bu ikilinin arasındaki sessizlikten kaynaklanıyor gibiydi. Çocuğu ne annesi ne de babası bilgisayarı incelemesi için çağırmamıştı ama bilgisayarla işleri de bitmişe benziyordu. Çocuk kendi içinde bir müddet kararsız kaldıktan sonra ayaklandı ve bilgisayarın başına geçti. Daha önce bilgisayar görmüştü ve oradaki abilerin nasıl kullandığını hayal meyal hatırlıyordu. Kasaya eğildi, birkaç tuş gördü. En büyüğüne bastı. Makine birkaç uğultu çıkardıktan sonra ışıklarını yaktı. Ekranda birkaç sembol ve ardından mavi bir ekran belirdi. Çocuk büyülenmiş bir şekilde üç küçük mavi noktanın peşi sıra bir tüpten geçişini, sonra kayboluşunu ve tekrar geçişini izliyordu.
Bir rüyaya dalmış gibiydi. Parmakları tozlu klavyede meraklı bir çocuğun hamlelerinden çok usta bir piyanistin yeni bestesini test edişi gibi geziniyordu. Şüphelendiği adımlarına ve endişeli bakışlarına ekrandan verilen her cevap onu aylardır planladığı evlilik teklifine “evet” yanıtı almış bir genç kadar heyecanlandırıyor, rahatlatıyordu.
Dakikalar saatleri kovaladı. Güneşin kızıllığı gideli çok olmuş, etrafı gecenin yapay ve boğucu ışıkları kaplamıştı. Çocuk, mutfaktaki annesinden artık yatağa gitmesi gerektiğini belirten uyarıyı işitti. Bilgisayara döndü. İlk hevesinden hiçbir şey kaybetmemiş biçimde birkaç tuşa daha bastı. Sonra elini mümkün olduğunca makinenin gövdesinde gezdirerek kapatma düğmesine dokundu. Ekran önce değişik birkaç farklı görüntüye büründü, sonrasında ise tamamen karardı. Çocuk ahşap, çirkin sandalyeden kalktı. Makineye baktı. Ayak parmaklarının üzerine çıktı. Ancak böyle tepesine ulaşabildiği ekrana elini uzattı. Başarılı olamadığını görünce sandalyeye döndü ve onun üzerine çıktı. Şimdi rahatlıkla bilgisayarın üstünü ve arkasını görebiliyordu. Annesinin bir madalya, yahut bir nazar boncuğu misali astığı dantelin önünü hafifçe kaldırdı. Makinenin o dantel arkasına saklanmış beyaz, tertemiz gövdesine kendisi kadar küçük bir öpücük kondurdu.
etkileyici…