Gaz lambasına konan sivrisineklerin ve karanlık bir tarihin ortasında açtın gözlerini Bay Samuel Parris.
Altın varaklı feodal kapılardan dünyaya baktığın tozlu vitrinlerde, her anahtarlığın bir çilingiri, her tokmağın bir çiviyi ve ahşap zeminin oklu, kılıçlı kahraman hikâyelerini ilk sen duydun, gördün, dokundun ve sevdin onları.
Tütün tarlalarında yazdığın imgelemi kırık, kalemi sağlam şiirlerini söylemiyorum bile…
Modern şiir antolojilerinde adın geçmese de,
Ve hiçbir tanrının evladı, torunu ve akrabası dahi adını bilmese de,
İyi biri olduğuna ve hoyrat sesinle avazın çıktığı kadar şarkılar söylediğine ben şahidim.
Merak ediyorsun biliyorum.
Sen kimsin? Sorusundaki şaşkınlığı ve gereksinimi hissedemeyecek kadar seni tanıdığımı sanıyorum, kendimi tanımadığım kadar…
Çıldırıyor, bağırıyor ve beni susturmak istiyorsun.
Çok parasızlığın, az işsizliğin getirdiği merak içgüdüsüne sahip olduğunu da gene en iyi sen biliyorsun.
Hatırladın mı bilmiyorum?
Kızıl ve kara isimli kitapların yakıldığı,
Ceylan kalbi karşılığı, toplumsal yaşam çağrılarının yankılandığı,
Ölü soyguncuları ve bunak bekçilerinin sonsuza uğurlandığı maviye boyalı aynalardaki savunmasız yalnızlıkları…
Ulussuz, sürgünsüz ve vatansız rahimsiz kadınları…
Ben hatırlıyorum ama…
İşkenceden çok, acımasızlığa dayanamadı çingene kızı Esmeralda.
İşaret parmağını kaldırdı ve Lila’yı gösterdi gökyüzünü kucaklar gibi.
Bay Parris için Lila, Sararmış tütün yaprakları gibi hüzün dolu bir hayatın içerisinde bataklıkta açan beyaz nilüferdi.
Sperm sayıları ile gurur duyamayacağı tek ruhsal doygunluğu ve deniz yosunlarıyla kaplı umuda açılan merdiven olduğunu belirtmeliyim.
Yitirilmiş ve geri dönüşümü mümkün olmayan bir çocukluk yolculuğu, sanırım şuan hepsi bu…
Canlı cenazelerin arkasından konuşmak ne kadar doğru olurdu?
Siyah cübbesinin ceplerinde ayrıksı otların kaldığını,
Suyunu yitirmiş, içi boş tarihin takvim yapraklarına terkedilmiş çöllerde,
Kül rengi tebessümlerin, giyotin sehpalarında yeşerdiği oldukça uzun bir gece olduğunu ikimiz de biliyoruz…
Sonbahar yapraklarında yalnızca bizim gördüğümüz, papatya ölüsü ortak epizot çürüğü…
Zamanın tozlarının uçuşmadığı,
Akışkanlığını yitirdikçe yaralarını sardığı,
Ve tüm bilinmezleri bilinir kıldığı…
Başka bir bilinmez için…
Soğuk bir Petersburg gecesinde, Akakiy Akakiyev’in kahkahaları, emeğin, ekmeğin ve sevginin gecikmiş bir rastlantı olduğunu haykırıyordu.
Gallow tepesinde uykular saydamlaşıyor,
Adem, cennetten sikinin üzerine yeryüzüne çakılıyor ve Salem cadılarına ölüm! Sloganı ile insanlığa sesleniyordu.
İşte o an,
Maviye boyalı tüm aynalar kirlendi ve cinayet işlendi.
Astronot kıyafetinden maymunlar, kedi postundan paltolar, savaş fetişisti kumandanlar, elektronik his kıvılcımları, anti Freud benzeri geleneksel korkuları ve kıyımları insanoğlunun…
Vicdanın olmadığı akıl, aklın olmadığı bir vicdan kabul töreni…
Bay Parris dinliyor musun hala beni?
Balıkların rüya görmediğine dair tüm yalanları alt üst eden, bağımsız bir filmin seyrinde, ‘’dürbünle bakarak her şeyi göremezsin Terry, eğer bir kadın geceleri ağlıyorsa, bu illa bir erkek için olmak zorunda değildir’’ cümlesine eşdeğer varoluş serkeşliğini…
Ve hissedebiliyor musun hala sarhoşluğunun aşka dair etkilerini?
Son ve ilk olarak; Sonsuzluğun darağacında şiirlerimi yakıyor ve seslendiğim sen ol istiyorum, Bay Samuel Parris!
Artık koşmana gerek yok!
Kalbinin mezar odalarına döneceksin ve kendine ait bir cesedin ayak parmaklarından öpeceksin!