Sinefili, sinemaya ve filmlere düşkün veya bağımlı insanları betimleyen terim. Gerçekte var olmayan sinefili hastalığından muzdarip kişilere “sinefil” denmektedir. Fransızcadaki “cinéphilie” sözcüğünden gelmektedir. Sinefil kişi hayatın gerçeklerini filmler aracılığıyla algılar ve yorumlar.
Silence, (2016) ünlü yönetmen Martin Scorsese’in son filmi. Yönetmenin bu filmi çekme düşüncesi 30 yıldır aklındaydı. Scorcese sinemasını bilenler din daha çok Hristiyanlık kavramının ne kadar büyük bir önemi olduğunu bilirler. Yönetmenin küçükken rahip olma isteği bunun önemli bir göstergesi.Bu filmin belkide yönetmenin Katolik inancının yarattığı suçluluk duygusundan doğduğu söylenebilir. Sonuçta suç, şehvet ve uyuşturucu kavramları yönetmenin hayatında önemli yerlere sahip.(Kokain komasından gözlerinden kan geldiği ve açık ilişkileriyle ünlenmiş birinden bahsediyoruz.)
Filme gelirsek, birçok eleştiride filmin Hristiyanlık propagandasından ibaret olduğu yazılı.Bunun aksini söylemek zor. Filmin prömiyerinin Vatikan’da yapıldığını ve Papa’nın filmle ilgili yorumlarının haber olduğunu düşünürsek şayet Scorsese Estwood veya Mel Gibson gibi yönetmenlere kıyaslarsak propagandacı yönetmenler arasında akla ilk gelen isim değil. Filmin güçlü yanlarından, içsel yolculuğu, inanç bunalımını, tarihsel ve sosyolojik boyutta bir gösterimi olduğunu da söyleyebiliriz. Film 1971 yılındaki Japon yapımı Chinmoku filminin yeniden çekimi. İlham kaynağı ise Japon yazar Shusaku Endo nun 1966 yılında kaleme aldığı kitaptan uyarlama. Senaryolaştıran Jay Cocs’un filme katkıları çok büyük. Konu ise iki Portekekizli Katolik Cizvit rahibin, hocalarının Japonya’da hristiyanlık öğretilerinin ağır bir suç olarak nitelendirilmesinin ardından din değiştirdiği haberini alması ile başlar ve bu haberin doğruluğu için Japonya’ya olan yolculuklarını konu alır. Film din hocasının yani Peder Ferreira (Liam Nesson)’ın Hristiyanlara işkence için kaynar su döktüklerini ve ölüm döşeğine getirilmesini betimlemesiyle başlar. İlk sahnede sinemanın gücüne tanık oluyoruz. Çok iyi işlenmiş şiirsel atmosfer filme hakim. Bu arada Meksikalı görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto’nun dokunuşlarını unutmamak gerek. Portekizli rahipler gördüklerine inanamazlar. Baskı,totaliter rejim ve ölüm cezalarına tanık olurlar. Filmin ilk yarısı masum Hristiyan ve kötü Budizm mesajı ile ilerlemesine karşın sonlara doğru adeta karşılaştırmalı din dersi havasında diyaloglara tanık oluyoruz. Rodrigues( Andrew Garfield) yani baş kahramanımız, inanç krizi ile filmin gidişatına paralel bir şekilde hocasının din değiştirmesini çok büyük bir inkar ile karşılar. Gördüğü dehşetten dolayı kendi inancını sorgulayacak dereceye gelir ve seyirciye bu kriz çok etkili bir biçimde gösterilir. Gizli Hristiyanları kutsaması, onların günah çıkarmalarına izin vermesi, dini duyguları içinize işlemesi için yeterli. Tıpkı Nazizm zamanlarında Yahudilerin evlerine baskın misali İsa figürleri ve ona benzeyen her şey evlerde aranır ve yakılır. İsa’ya küfür etmesi istenen masum köylüler, inançlarına ihanet etmemek uğruna ölümü göz alırlar. Tanrıya olan sevgi ve inançları o kadar güçlüdür ki okyanus kıyısında çarmıha gerilmiş halde şiddetli dalgalara günlerce maruz kalmalarına rağmen pes etmeyen karakterler görüyoruz. Deniz tuzundan çürümüş derilere, canlı canlı yakılmalara veya baş aşağı karanlık bir kuyuda boyunda az miktardaki kesikten kan damlayarak günlerce asılı halde bırakılmalara alışıyor artık seyirci ve hepsi inanç uğruna. 1633 yılında bunların gerçekten olduğunu bilmek ise ayrı bir tez konusu. O dönemin Avrupa’sının, engizisyon mahkemelerinin tutumları da bir o kadar insanlık dışı. Darren Aranofsky Nuh filmini çekerken Tevrata bağlı kaldığını söyler ve eleştirel bir tutum sergiler. Sonuçta ateist olduğunu dile getirmiştir ama Scorsese Japonya ya öfkeli. Filmde, ” bu ülke bataklık, hiçbir şey büyümez” sözü dikkat çeker. Günümüzde Japonya’nın misyonerliğe pay vermemesi işin daha ilginç bir boyutudur. Rodrigues köy halkına tesbihindeki boncukları adeta elmas dağıtır gibi dağıtır, inançlarını tazelemeye çalışır ki bu onların ölümüne yol açacaktır. Bu durum, iyi niyetle yapılan ama kötü sonuç doğuran eylemin ne kadar ahlaklı olduğu sorusunu akla getirir. Fakirlik içindeki halka Tanrı şuan cennetteki bahçemizi hazırlamaya başladı bile gibi laflarla onların desteği peşindedir ama kırılma noktaları karaktere hakim olmaya başlar. “Tanrı dualarını duydu peki ya çığlıklarını” diye sorar kendine. Yol arkadaşının gözü önünde boğulması ya da hücreye kapatılması artık akıl sağlığını zedelemektedir ki sudaki yansımasında İsa’nın bizzat kendisini görmesi ile tanrının sureti benim, ben tanrıyım iddiası (İslam’daki En-el Hak veya panteist düşüncelerle bağdaştırılabilir) arasında gidip gelmemize yol açar. Bu işkencelerden kurtulması için İsa heykeline basması yeterlidir ama putlaştırmanın gücü galip gelmektedir. Ta ki Ferreira ile karşılaşıp hocası öğretilerinin yanlış olduğunu dile getirinceye kadar. Ferreira, Japonların doğadan daha büyük bir kavramı anlamayacaklarını söyler. Dağlar ve nehirler yerinden oynar ama insan doğası değişmez der.Öğrencisinin kendisini dolaylı yoldan İsa ile kıyaslamasına tepki gösterir. İsa çarmıha gerilirken, “onları affet tanrım” diye haykırmaktadır rivayete göre. Rodrigues de ben de İsa gibi onlar için acı çekiyorum diyerek ölümleri engellemez. İşte burada dini inancın aslında bir gurur meselesi olup olmadığı sorusunu akla getirmeli. Sudaki yansıma bunun bir göstergesi de olabilir. Kendi inancından vazgeçmeyerek yüzlerce insan acı çekmiştir sayesinde. Hem de iyi niyet uğruna. Benim için vurucu nokta, Ferreira’nın evet dua et, yardımı olmaz yine de et ama gözlerin açık dua et demesidir. Dua ederken gözlerin kapanması hem metaforik hem gerçek anlamda tam anlamıyla olup bitene kayıtsız kalmamızı vurgular ve o anda kahramanımızın direnci kırılır ta ki son sahneye kadar. Finale değinmeyeceğim fakat soru şu: bu derece dinsel bağlılık hastalıklı mıdır yoksa Mevlanavari bir ermişlik midir ? Her şekilde propaganda olsun olmasın din hakkında yapılan en iyi filmlerdendir Silence. Sessizliğin sesinin en gürültülü şey olduğunu göstererek kanıtlar bunu…
Yazar : Can Okan
Harika bir konu olmus 🙂