Sözsüz müziği kendimi bildim bileli çok severim. Küçükken dinlediğim yabancı grupların sözlerini anlamadığım için duyguları sözlerde değil de müzikte taşıyan parçalar beni daha fazla etkiliyordu. Büyüdüğümde bunun karşılığı da bol bol post-rock ve atmosferik müzik dinlemem hatta bu türlerde eser vermeye çalışmam oldu. Bu türlere yöneldikçe kendimi sözsüz müziğin evrenselliğine daha çok kaptırdım ve zamanla sonsuz çukurunda daha da derinlere düştüm. Godspeed You! Black Emperor, MONO, Kafabindünya gibi gruplar bende çok büyük yer kazandılar. Fakat bir sanatçı var ki içime bir iğne gibi saplandı ve müziğini son damlasına kadar içime işledi.
Leyland James Kirby, ingiliz bir müzisyen. The Shining filmindeki “lanetli balo” sahnesinden etkilenelerek yeni bir projeye başlıyor. İnsan zihni, nostalji ve hatıraları çok ilgi çekici bulan Kirby; bu projede hatırayı ve hatıranın çürümesini anlatıyor. Projenin ismi The Caretaker, yani bakıcı. Bunamayı birinci elden görmüş o huzurevi bakıcıları gibi (ki kendisi de dedesinin alzheimerı sebebiyle bu hastalığı yakından görmüş birisi). The Caretaker projesinin içindeki en ünlü albüm ise bu yazının konusu olan “Everywhere at the End of Time”.
Albüm; hafızanın kaybını, bunamayı anlatıyor. “Anlatıyor” demek doğru değil aslında. Bizi bunamanın evrelerinden geçen duygusal bir maceraya çıkarıyor. Altı parçaya ayrılan bu altı buçuk saatlik albüm, her parçada bunamanın gittikçe kötüleşen belirtilerini müzik yoluyla simüle ediyor ve The Caretaker, 1930ların ve 1940ların şarkılarını kendi yorumuyla enstrümental olarak bize sunuyor.
İlk part, eski anıları tekrardan yaşatan bir hülya. Anılar hâlâ orada ama bozulmaya başladıkları hissediliyor. Yanlış bir şeyler var sanki ama nostalji bu kuşkuyu bastırıyor. Çizilmiş plaktan gelen cızırtılar, yavaşça yanan anıların sesi gibi. Son güzel günler.
İkinci ve üçüncü part, hatırlamak daha çok çaba gerektiriyor ve ayrıntılar yıkılıyor. Korku ve şaşkınlık şarkıları gri bir sis gibi sarıyor. Orkestra artık daha uyumsuz ve yersiz eslerle dolu. Ne kadar savaşsan da artık kim olduğunu anlamak imkansız.
Dördüncü part, her şey ne kadar hızlı boka sarıyor. Anılar yerini korkuya teslim ediyor. Zihninde kelimeler uçuşuyor ama tek bir cümle bile yok. Her kapı aynı koridora çıkıyor. Piyano artık şarkıları nadiren ziyaret ediyor.
Beşinci ve altıncı part, insanın içini gıdıklayan bir rahatsız ediciliğe sahip. Izdırap, müziği sarıyor. Dinlediğin şey hiçbir şeyi anımsatmasa da çok tanıdık geliyor. Dilinin ucunda… dilini yakıyor. Boğuluyorsun. Karıncalanmış televizyonda ilk aşkını görüyorsun. Onun verdiği huzur ekrandan yere akan ve üzerine yürüyen cızırtılarla son buluyor. Artık kimse değilsin. Unutmayı unutuyorsun. Sis, her yeri sarıyor. Olduğun anı yaşıyorsun ama saniyeler içinde kayboluyor. Hemşirelerin sesleri ve bağlı olduğun makinenin biplemesi bir anda kesiliyor. Yerini bozuk bir melodiye bırakıyor. En sevdiğin şarkıya… Piyanodan gelen sesler kemana karışıyor, keman koroya karışıyor. Farklı farklı enstrümanlar yok artık. Tek bir ses var, tek bir melodi. Mırıldanarak eşlik ediyorsun. Müziksin artık, ne bir fazlası ne de bir eksiği. Böylece son gözyaşın dökülüyor ve dünyadaki yerin siliniyor. Gözlerini kapıyorsun.
Hayatımın çok zor bir noktasında tanıştım bu albümle. Dinledikten sonra daha da zorlaştı. Müzik en sevdiğim sanat dalı olsa da hiçbir zaman beni bu kadar duygulandıramamıştı. Altı buçuk saatlik bu başyapıt, her seferinde bana bir ömür kadar uzunmuş gibi geldi ve ömrüm boyunca taşıyacağım bir deneyim bıraktı.