Sırtından uzanan bir çift ele doğru çevirdi boynunu. Seni dinliyorum demekti bu. Sonra ayağının altındaki koyu renk ahşap parkelere döndü bakışları. Çenesini de gövdesine yapıştırdığı dizine yasladı. Yutkundu sonra. Anlat demekti bu da. Baksanıza şunlara bir de alfabe yaratmışlar sessiz harflerden oluşan kendi aralarında. Bir çift elin verdiği rahatlığı şu hayatta kim verdi ki ona. Kim gerçekten sevdi ki onu bu bir çift elden başka. Savrulurken bir diyardan diğerine, önce parmaklar kavradı onun küçücük yüreğini sonra da avuçları sakinliğe kavuşturdu tüm bedenini. En mutlu anında da yanındaydılar, ilkel insanlık ritüellerinden ya da belki de bir müzik şöleninden kopup gelmiş olan alkışlarıyla. Göz yaşlarını bu ellerden filizlenen ince uzun parmaklar sildi. Kimi zaman da dalgalı ve karışık saçlarının içinde gezdirdi. Bu eller dokundukları her yeri bilirdi onun tenindeki. Her noktayı, her kavisi. Hatta bazen ağrılarına iyi geldiği olurdu. O zaman üstün bir gücü olduğunu düşünürdü bu bir çift elin, daha da bağlanırdı onlara. Damarlarında gezinen kanının parmak uçları tarafından okunduğunu düşünürdü, rahatlardı. Kontrol edemediği her şeyin onun tarafından bilinebilirliği onu rahatlatırdı. Dünyadaki yükünü hafifletir, bir çuval gibi herhangi ılık ve kuru olan bir yere yığılmasını kolaylaştırırdı. Zihninde oluşan imgeleri, düşünceleri, bu ellerin algıladığını hayal ettiği de olurdu. Bu hayal hemen içine garip bir heyecan koru düşürür ama hemen ardından kor alev alır, kasvetiyle yakacak olurdu ruhunu. O zaman hemen hayal bulutunu, onun gerçekleşme ihtimalini dağıtırdı bir hışımla tıpkı evde sigara içtikten sonra kıvrılan dumana yaptığı gibi. Bazen de naylon çamaşır ipinin üstünde dalgalanan beyaz pembe çiçekli bir çarşaf olurdu, ellerin kıskaçlığı altında. Dalgalanmanın huzurunu yaşarken, güneşi ruhunda hissederken bir yandan da uçup gitmemenin savrulmamanın eminliğinde dalgalanırdı.
Yanındayım, dedi. Her vuku bulan hece önce duvara sonra kirpiklerine sonra kulaklarına çalındı. Buna alışkındı. Gözünü ovalama isteği hissetti ama yapmadı, dedim ya alışkındı. Bakışlarını ahşap parkenin çizgili yollarında gezdirmeye devam ederken yanında olmasının farkındalığını hiç kaybetmediğini hatırladı. Ne hoş bir hatırlamaydı öyle.
Devam etti bu bir çift el. ’’Ölü insanların en büyük problemi ne biliyor musun?’’
Sanki odada bu soruya cevap vermesi beklenen yüzlerce insan varmış gibi, hiç üstüne alınmadı. Gözbebeklerinin yuvasındaki devinim periyodunu bile aksatmadı. Nasıl olsa odayı dolduran sessizlik cevaplardı. Gayet de güzel cevaplardı. Şaşkınlığa bürünürdünüz ne kadar da zekice hatta belki insanüstüce şeyler söylediğini bir duysanız o kapkara sessizliğin. Çoğu insanın, eğitimlinin, kravatlının, tırnakları boyalının ya da salonunun duvarı boydan boya kitap kaplının cevaplarından daha aydınlık cevaplar yaratırdı. İnsanoğlu da bundan korkardı, sessizlikten. Bu yüzden yaratılmıştı süslü kahve takımları, kıraathaneler, deniz kenarındaki geniş geniş banklar, dükkan önü tabureler, tavlalar. Otobüs koltukları bile çift kişilikti. Kendine bürünmene, varlığının somut müsveddesini bir yerden başka yere taşırken, kendi kendine kalmana bile izin verilmezdi. İnsanın hakiki yalnızlığına izin verilmezdi. Bu yüzden de sevmezdi otobüs yolculuklarını. Hatta bir keresinde uyumaya çalışırken yanındaki yaşlı kadının kendisini dürtüp soğuk bir dilim salatalığı yemesi için tenine değdirmesinden sonra otobüs yolculuklarına iyice tahammülü kalmamıştı.
Sessizliğe olabildiğince az yer verilmeliydi. Herkes konuşmalıydı. Boğazdan yükselen nefes, insanı hayatta tutma görevinden daha zorlu bir göreve terfi edilmeliydi: cümlelerin kurulmasına vesile olmak. Tüm insanlık buna büyük bir hevesle itaat ederdi. Kurulan cümlelerin ne olduğunun çok da önemi kalmadı sonra. Kelepçelerin övülmesinin, sevginin söndürülmesinin, bakışların anlamsızlaştırılmasının ve geriye kalan her şeyin de değersizleştirilmesinin çok da bir önemi kalmadı. Kimse yadırgamaz artık bunu. En sonunda nefes utandı kendinden, nelere neden olduğundan utandı, dizlerini dövdü. Arkasına dönüp baktı ama artık çok geçti. Son vapura atlayıp herkesi ve her şeyi terk etti. Son vapurdan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Kendi başına bir lokantaya bile oturamaz oldu insan, garip hissederdi. Ağızlarını kıpırdaştırarak lokmasını yutan insanların fantezilerine, tanımadığı onlarca kafanın kendisi için kurduğu senaryolara meze olmayı kabul ederek oturmuştun yalnız başına işte bir kere. Kendi başına kitap okusan kelimeler yalnızlığını sana haber verir gibi aralarında kıkırdamaya başlarlar, yürüsen yapayalnız sokaklar daha da tenhalanır, ürkütücü bir hal alırdı. İnsan tek başına kalmamalıdır çünkü, tüm bunlar insanın yalnızlığına engel olmak içindir. Tek başına kalınca yüce sessizliği karanlık derin ve huzurlu sessizliği bulur içinde insan. Bundan daha korkuncu var mıdır insan için? Kendinden yüce olanın var olmasının ihtimali bile tüylerini diken diken eder insanın. Hele bir de sessizliğiyle ahbap olmuş biri mi? Aman, evlerden ırak. Deli mi ne doğrusu! Hatta bazen bu derin karanlık haddini aşıp hakikati haykıracak olur. Tam orada bir uğultu eser, sessizliği delip de geçen. Tıpkı sarp bir uçurumun kenarında duyulabilecek tek gerçek ses gibi. Kulaklarından dolar ve göğsünden aşağı akardı uğultu. Önce kalbi ,sonra zihni yalayıp geçer ve hapsolur kalırdı aciz bedenin içinde. Dayanamazdı insanoğlu, ne içinde hapsolana ne de hapsedilmenin verdiği önlenemez hürriyete. Dayanamazdı. Bir kuş olup uçamazdı ya da balık olup yüzemezdi. Sadece kalırdı öylece. Deli derlerdi o zaman da. Sadece öylece kaldı diye. Sadece sessizliğe içinde yaşam verdi diye.
‘’Ölünün en büyük problemi, meselesi mükemmel olmasıdır-ölü olması dışında-. Ne yapacak bir hatası, ne daha fazla yaşayacak hayal kırıklığı vardır. Sığması gereken kalıplar, uyması gereken yaratılışlar, kurallar olmayacağından hiçbir kusuru da yoktur. Yalan söyleyemez artık. Suç işleyemez. Her şeyiyle mükemmeldir. Toprağa çözünüp giden mineralden, karbondan başka hiçbir etkisi de yoktur bu maddi dünyaya artık.’’diye devam etti eller. Hala pür dikkat dinlendiğinden emin olana kadar hiç kıpırdamadılar. Sonra derince bir iç çekip yavaşça onun teninde anlamsız daireler çizmeye başladı parmaklar.’’Seninse her sabah kalktığında yeniden yapacağın hataların, suratına çarpılacak kapıların, seni terk edecek insanların var.’’şen bir kahkaha patlattıktan sonra aynı ses tonuna geri döndü acele etmeden,’’her sabah kalkmanın nedeni, mükemmel olmaya bir adım daha yaklaşmaya çalışmak bir yandan da sonsuza dek mükemmel olmaktan kaçmaktır.İnsan kovaladıklarından kaçtıkça yaşar. Korkma.Yanındayım. İçinden ne geliyorsa, neye aşk duyuyorsan onu yap. üret, sev, seviş, yaşa, kovala, kovalan. Sonra gel yine çök pencerenin önüne hiçbir şey olmamış gibi. Her gün yeni bir savaşı kazanmışsın gibi.Kendinin miladıymışsın gibi yaşa.’’Nutuk bitti. Derin sessizlik ahşap parkelerin arasından yavaşça sızarken fark edildi günün batışı. Kafasını doğrulttu. İki ayağıyla sağlamca yere bastı, tıpkı yüce bir dağ gibi.Hissetti ayak tabanlarının altındaki sertliği. Sahi dağlar da hisseder miydi dimdik dururken yeryüzünün kudretini,yumuşak toprağın altındaki şefkati? Bunları düşünecek zaman çoktan geçmişti.Eller omuzlarından yavaşça kayıp birbirleriyle buluştular iki aşık bilge gibi. Kenetlendiler ve sarıldılar.Gururluca,senelerini verdiği bir esere bakan sanatçı edasıyla selam durdular. Pencerenin kolu çevrildi. Önce rüzgar doldu ardından biraz gürültü, şehrin gürültüsü. Şimdi tam da buranın ötesinde olmak ne de güzel olurdu. Bir ucunu ellerin tekine verdiği naylon çamaşır ipini gerdi ufka doğru. Ta ileriye, sonsuzluğa uzanan mavi bir çamaşır ipi…Tek bir hamleyle de üstüne çıkıverdi. Ne ayaklarını acıttı çamaşır ipi ne de kuvvetlice sallanır gibi oldu. Dalgalana dalgalana ilerlemeye de başlarken üstünde, hiçbir şeyi düşünmedi. Düşmeyi,olağanüstülüğü ve geride bıraktıklarını hiç düşünmedi. Her şey olabildiğine gerçekti.Çok susamış bir çocuğun acelesinde ve ayaklarını sürüyerek merdivenleri çıkan bir sarhoş yavaşlığında ilerliyordu. Gözden kaybolana dek,bir kibrit çöpü kadar küçülene dek yürüdü.Sonra rüzgar durdu,ardından gürültüler sustu.Her yeri derin bir sessizlik kapladı.Bir soğuk çöktü.Güneş battı.Bir daha hiç aydınlatmayacakmış gibi bu şehri,aynı pencereye bir daha hiç doğmayacakmış gibi çekti gitti. Suskun bir karanlığın hakimiyetini de yeryüzüne armağan etti. Belki de son armağanıydı. Diğer el de uzandı kapattı yavaşça pencereyi, içeri sessiz karanlık dolmasın diye.
Servin Çağıl Ulusay