1. Ayrılık

 ‘’Kaldırma kuvvetine yükleyip sorumluluğu suyun yüzünde, derinlere dalma hazzını yukarıdaki keyfi kedere vermek neden?’’

Bunu Serkan’a on günlük sürecek eğitimimizin ilk günü, çıkışta gittiğimiz barda bira köpüğünde boğulmak istercesine soruyorum. O ise mutsuz evliliği ve iki oğlundan bahsediyor.  Ben ise yeni bir şehre gelmenin heyecanıyla hiç adaptasyon sorununu yaşamamış biri olarak akmak istiyorum ışık huzmelerine. Münzevi ruhum ritmik bir uğultuda, derin derin, arzuyla baktıkça onu daha da etkileme isteğinde. Tam kalkacağız masadan;

‘’Şimdi senin yaşında olmak isterdim, diyor. Şimdi seninle…’’

Beni öğretmenevine kadar bırakıyor. Yol boyunca geceye çarpıp bölünen gölgelerin sahipleri konuşuyor, biz yürüyoruz susarak. Fahişeler konuşur büyük harflerle, adamlar iş bitirici konuşur, eldeki kirli paralar ölümü konuşur, sigaralar bittikleri yerde başlayan hikâyelerini konuşur. En çok gölgelerden korkulur. Kesişen gölgeler akrebin ve yelkovanın üst üste geldiği andan itibaren ertesi güne ekleniyor, renkleri eksiliyor. Her geçen saat soluyoruz birer mağara olan ağızlarımızın içinde ateşi yakarken. Birbirimizi janjanlı renklerde sevip beyaz çarşaflara bürünüyoruz çünkü sevdiğimize teslimiyette renkleri kusuyoruz duvarlara. Bu yüzden çeperlerini hesaplı kitaplı yaparsın; çeperin karşı tarafındaki dikenlerine merhem sürmek isterken bile gözlerini kapatır, vücudunu sıka sıka sağarsın gündüzü geceden. Gündüzler rahatlatıcıdır fesleğen tazeliğinde. Bacak arandaki sızı, sabahları hoyratça sıyrılan fon perdeden içeri sızan ışığından alır arsızlığını. Arsız bir tazelik fesleğeninki, kendini saksının dışında ilk defa gören…

‘’Beni bir tanıma sığdırma Serkan, bu en çok korktuğum şey!’’

‘’Nereye kadar böyle uçacaksın?’’

Şehir renklerimizi emiyor, geriye uzayıp kısalan tanımsız gölgelerimiz kalıyor. Bir an dursak öpüşeceğiz. Tanımsız gölgeler iç içe geçerek katmanlaşacak, zaman ve uzam ilişkisi içinde sokak lambasının sarı ışığının sınırladığı alanda boşluğu doldurup sonsuz uzaydan sıyrılıp kopacağız. Kendimize yarattığımız anların çıplak ayaklı yeryüzü astronotlarıyız, bedenler arası yolculuk üzerinde çiy taneleri belirene kadar…

‘’Karımla yatak odasından başka yerde sevişmeyiz.’’

‘’Yarın görüşürüz’’.

‘’Görüşürüz.’’

Her gün oturup içiyoruz, muhabbetler suda seken taşlar gibi sıçramalı ve kesik… Biliyoruz ki bir süre sonra hiç konuşmayacağız. İlk sigaramı onun yanında içiyorum. Bana içime çekmeyi öğretiyor; hep tüketmeye odaklı hayatım gibi bunu da bir çırpıda öğrenip gitmek istiyorum. Gitmek? Senin kal diyemeyeceğin kadar küçük yaştayım. Kıvırcık saçlarına dolasam parmaklarımı, eminim kısa ve kesik bir gezinti olur cümleler gibi… Biliyoruz ki bir süre sonra hiç konuşmayacağız. Otogarda o bana aldığı kar küresini hediye edecek, ben onun omzunda sevdiğim oğlan için ağlayacağım. Yolculuk boyu uyumayıp gözlerim yakamoz parıltısında, tüm gece koltuğuma sıkışmış şunları yazacağım defterime:

‘’Katı, sıvı, gaz her bir dönüşüm mevsimine atfedilen…  Varsayalım ki önümüz kış. Bu kış kıyamette su dolu kürede dudakları büzüşmüş mor öpücüklü yakışıklı… Hey yakışıklı sana bir çift sözüm var! Susarsan dudaklarına kar taneleri yapışır. O yüzden gece gündüz, gündüz gece, çalkalanan, sarsıntılı, yeryüzünde dörde bölüştürülmüş mevsimler ama sana hep sağanak sağanak gelen kışın frekansında konuş. Dilini ısır, sonra tükür kanı. Yeter ki tüm kan çekilmiş olmasın son bir su baloncuğunda. Unutma ki iki sus arasında gömülür bedenler, iki sus arasında okunur dualar.’’

2. Kesişme

Müphem bir yaza tutunabilme çabasında çırpınan ağzı küçük iki canlı öpüşerek somon rengi bir sabah serinliğine esnetiyor şehri.

‘’Ağzın küçücük kuş gibi…’’

‘’Ben bir kuşla öpüştüm evvel zamanda.’’

Kentsel dönüşüme tabi tutulan gecekonduların kuşları ölmüyor Serkan! Alçalıp yükselen kepçenin ritminde kanat çırpan kuşlara yem atıyor yüreğim. Şimdiki zamanda birini sevmek için kuş kadar hızlı, kepçe kadar ritmik olmak gerekiyor. Konmak için zamanımız daraldı.

Şimdi kalbim penceresiz oda dört metrekare. Sana burada yaşayalım desem dudaklarını büzüştürürsün. Zamanı aldatıcı olmakla suçlarsın, oysa sen akıtırsın bilisiz ruhuna zamanın göreceliğini. Ve dudakları büzüşmüş mor öpücüklü yakışıklı zamanın bana göre hiç de akmadığı ve aldatıcı olmadığı bir dilimde gelmişti ve öyle de gidecekti.

Seni aramak istiyorum Serkan. Ama kendime yediremiyorum. Kendi halinde seyreden hayatlarda suyun kısıldığı yerde ağzına bir iki damla düşen o mağduru oynamak istemiyorum. Oysa derdim sadece konuşmak. Ama onlar beni tanımlayacak biliyorum. ‘’Mağdur kızın sığınma çabaları.’’ Birinden, sonbaharda dalından sükûnetle dökülen ama ayaklar altında çatırdayan yaprak gibi kopabiliyorum. Döküldüğüm yerde etkinliğini sürdüren rüzgârın renklerine boyanmak isterken, hayat beni kümeliyor kaldırım taşının soğuk gri yüzeyine. Başımı kaldırım taşına çarptığımda geldi aklım başıma. Herkes keser yanlışlıkla parmağını ve emer kanı… Onları affedemiyorum çünkü bu ani bir sıyrılışın kabuk kabuk soyuldukça derinde biriken irinini temizlemek. Ve biz temizlik işçileri çocuklar, süregelen sarmallığın ucunda çözülümü gerçekleşen evliliğin boğumlarında büyürler. X ve Y veya X ve X bir araya gelir ve döl yatağında bir denklem oluştururlar. Kimyayı bozar aile mefhumu!

‘’Çocuklar için bu evliliği sürdürmen saçmalık.’’

‘’Sen bunu nasıl anlayabilirsin, evli bile değilsin.’’

Sarsılıyorum! Bir gün ben de bir çocuğa kendimde yer açabilecek miyim bahçede akşamsefasına yer açtığım gibi? Bu bana açık bir saldırı -eylemsel olmayan- ama ta çocukluktan süregelen kabız bir durumun tuvaletteki kanlı hali. Sen ise sadece cinsiyet belirleyicisin, fonksiyonel görevin bu, onu ilk kucağa alana kadar… Sonrası senin bileyeceğin iş! Kucağındaki varlığın ya kurtarıcısı olursun ya da katili.  Ve gün gelir o küçük oluşum sırf seni cezalandırmak için yatağında ölümü düşler.

Sana akşamsefasının kokusunu duyumsamak için yanımda kal demiştim hatırlar mısın? Annemle babam akşamsefasının kokmadığı bir günde ayrıldılar. Annem ağzında çiğnediği ekmeği morarmış alnıma koyuyor. Göbek bağı koptuktan sonra iyileştirici güç ağzına verilen; bazen bir ninni de, bazen dokundurulan minik bir öpücük de, bazen ıslanan ekmek de enerji dolu varlık. İçimizde annemizin mitokondrisi var, o toprağın altındayken bile, biz yeryüzünde onun eteğinden dökülen kaygılarla yaşarken.

Duvardaki küçük bir delikten kafasını içeri uzatmış kuş yavrusu görüyorum. Minik ağzını açmış annesini bekliyor muhtemelen. Ama ben rol çalıp ağzımda hızlıca tükürük oluşturup dilimin ucuyla onun somon rengi minik diline bırakıyorum.

Bir günde yıkılan gecekonduların yerine yerleşen, enine boyuna şişmanlayan ruhsatlı binaların duvarının soğukluğu değildi beni o gün zangır zangır titreten, bir gece migren ağrısıyla uyandığım ve duvara yasladığım alnıma çarpan o üç solukluk sesti. Cik! Cik! Cik!

1.TANIŞMA

Büyük aile sofraları; bir konuya gebe kalmış muhabbetlerin ağızda yavaş yavaş çevrilişi, sürahinin incelikli desenine yansıyan suretler, inip kalkan-açılıp kapanan mekanik ağız ve kollardan oluşur. Bir zamanlar öyle özlem duyardım ki bu büyük aile sofralarının muntazam ve abartılı işleyişine, ta ki her birimizin aslında yalnız olduğunu, kendi içlerimize doğru dilsizleşen uçurumların bizi yakınlaştırdığı kadar ayrıştırdığını da fark edene kadar.

Göz kenarlarında tutuşan kırışıklıklarına toz doluyor, sen camın arkasından beni süzerken. Sigaranı söndürüp içeri giriyorsun ve karşıma oturuyorsun. Ben gene aidiyet duygumu sorgulama peşinde tabağımdaki bezelyelerde gezinirken.

‘’Mendel de bezelye bahçelerinde gezinirken kendi aidiyet duygusunu hiç düşündü mü acaba?’’

Eğitimin ilk günü beni seçip masama oturan bu adamla sadece Mendel üzerine konuşabileceğimi sezinlemenin ne kadar saçma olduğunu şimdi anlıyorum. Çünkü sonrasında çöp deşen köpekler gibi deşiyoruz yaşamlarımızı, bir şeyler bulabilmenin heyecan verici gücüyle… Onun burnu iyi koku alıyor, benim ise sezgilerim kuvvetli. Dokunuşları asit etkisi yaratıyor bedenimde…

‘’Bana dokunma, ağlamak istemiyorum.’’

‘’Karım beni sürekli eleştirir.’’

Parlatılmış şamdanlar gibi özenle korunan aile yapılarının temelleri su altında kalıyor. Büyük aile sofralarının uzun süren damak lezzetinin yerini iki kişilik hızlı tüketim çılgınlığı alıyor; yedikçe tatsızlaşan, insanı pişman eden.

‘’ Eleştirilmeye tahammülüm yok!’’

‘’ Bazen insanlardan çok sıkılıyorum.’’

‘’ Onları affedebilirsem kendimi sevebilirim.’’

‘’ Onları affet.’’

‘’ Ben güçlü bir kızım.’’

‘’ Şimdi kendi seyrindeki hayatıma dönmem gerek.’’

‘’Seninki çarpık düzeni cilalamak!’’

‘’ Çok güzel gülüyorsun.’’

Sen bir pazar arabası olmak istedin. Ol! Ben dökülen elmaları toplayacağım, bilhassa dökülenleri. Döküntüler bana sözde gürbüz ağaçlardan kalan hikâyeler… Sen artık istesen de gelemezsin su toplamış ayaklarınla… Bir gün istersen şair olmak, pazar arabası olduğunu unutma!

Kararsız bulutların arasında beliriveren gün ışığı, çatıların üzerindeki ıslanmış kiremitlerin kızıllığını emip balık pulu gibi parlatıyor. Yol kaygan yılan gibi, başı ve sonu belli olmayan şehrin uzantısında kıvrılıyor.

‘’Hayatın denklemine değişken olan o meşhur x ve y her bir değişkende farklı sonuçlar veriyor baksana.’’ diyorum gülümseyerek.

Kar küresindeki mor öpücüklü yakışıklıyı öpmek için bir kuş olmam yeter mi?  Bilemiyorum. Misal kalplerimizi yakacaklar metan gazı açığa çıkacak, konduğumuzu da beğenmeyeceğiz, biliyorum. Ama küreye yerleştirdiğimiz mor öpücüklünün dudaklarından nasibimi de alabilecekmişçesine kanat çırpacağım inadına. Serkan! Deniz sanki artık içindeyken çekici; sınırsızlığı görmek, sonra küfrederek sınıra yüzmek…  Anla!

 

Ezgi Sönmez