Okura giriş için bir not: Görsel olmadan yazı yükleyemediğimiz sitemizde yazdığım bu öykü için görsel düşündüm. Pieter Bruegel’in Çocuk Oyunları isimli tablosunu seçtim. Öyküde anlattığım, yaşadığımız kâbus gibi deprem günlerine tezat olsun, çocukların oyun oynamak dışında dertlerinin olmadığı bir dünya olsun istedim. Yaşadığımız toplumsal travmalar üzerine öykü yazmanın kuralları vardır. Bu kurallar toplumuna kopuk olmayan, edebiyatını fildişi kulesine çekilmiş bir şekilde yazmayan yazarların içinde kendiliğinden oluşur. Deprem olur olmaz, insanlar akrabalarının derdindeyken oturup hikâyeler yazılamaz. Deprem zamanı Diyarbakır’daki akrabalarıma ulaşmaya çalışırken, onların canı hakkında endişelenirken, ‘İyi Gelecek Podcast Önerileri’yle depremde çekilen baktıkça canımızın yandığı fotoğraflara edebi kelimelerini ekleyen o ismi lazım olmayan karbondioksite duyduğum öfkeyi unutmayacağım. Bu öyküyü, Şubat depremlerinden aylar sonra, o günleri unutmamak için yazdım. İkinci deprem anında annemle telefonda konuşan kuzenimin korkusunu ve telefon kapanınca annemin hıçkırıklarını unutmamak için. (Şu an iyi durumdalar.) Yaşadığım yer de bir deprem bölgesi. Ölüm adı anılınca gelir, o yüzden onu çağırmak istemem henüz yazacak öykülerim varken. Öyküyü  kendim için yazsam da, epeyce bekledim yayınlamak için. Kendim için yazdım ama yayınladığımda doğru bir şey yapmış olur muyum bilmiyordum. Depreme Hatay’da yakalanan canlara danıştım. Farklı şeyler söylediler, her birinin dediğini aklıma yazdım. Bu öyküyü yayınlarken, o karbondioksittekilere dönüşmemek, onlardan hep olduğum gibi uzak olmak istiyorum. Dürüst değildi hiçbiri. Dürüstlüğümle size şunu söyleyeceğim: Burada anlattığım hiçbir şey bir şeye yaramayacak. Acımı azaltmadı, öfkemi azaltmadı, sorgulamalarımı azaltmadı. Üstelik çoğunuzun çektiği acının yanında hiç kalır, ben uzak bir ilde depremdeki akrabalarına ulaşmaya çalışan bir gençtim sadece. Öyküm benim için de sizin için de hiçbir şeye yaramayacak. Çünkü kelimeler bir şeye yaramaz. Ama bu deprem ülkesinde bir şey gelirse başıma, unutmamak için bir öykü yazdım, sen de beni hatırla. Ve eğer hayattaysak bana bir tokat at, silkelenip kendime geleyim ki yas tutabileyim. Yas tutmak, neredeyse bütün psikologlar bunu söylüyordu deprem günlerinde. ‘Yas tutabilmek bu süreçte çok önemli.’ Gerçekten mi? diye haykırasım geliyordu ekrana. Yas tutmak için bile güvende olabileceğin bir yer gerekir. Durabileceğin bir yer gerekir. Acıyı ortaya çıkaran o koşulların durması gerekir. Kim o zamanlarda yas tutacak vakit bulabiliyordu? Öyle anlar vardır ki, yas tutabilmek de lütuf gibi gelir insana. Depremler yüzünden yas tuttuğumuz günlerin geride kalması, Pieter Bruegel’in Çocuk Oyunları tablosundaki çocuklar gibi neşeli olduğumuz günleri sürmemiz dileğimle. 

 

Asla Unutmayacak Olmak

‘Oğlum, oğlum uyan.’ Sesin anneme ait olduğunu sandım. Gözlerimi açıncaya kadar geçen o kısacık saniyelerde içimde annemin şefkatini hissettim. Gözlerimi açtım. Annem değildi karşımda duran kadın. İçime dolan, beni sakinleştiren şefkat yerini hissettiğim acıya bıraktı.

‘Kocamı arıyorum.’ dedi. ‘Ben de annemi arıyorum.’ diyecektim. Sustum. ‘Burada her yatanı biliyormuşsun. Çok akıllıymışsın.’

Nasıl uyuyakalmışım acaba. Uyumamak için ellerimi ısırıyordum. Uyursam eğer gelenlere bakamazdım. Ve annemi gömmek için bulamazdım.

Babamı gömdüm. Başardım bunu. Ölülerin çoğunun kayıp olduğu o ikinci günde gömdüm üstelik. Hiç tanımadığı insanlarla üst üste yatıyor belki. Kefen kalmamıştı., yeni kefenler ulaşamamıştı. Kıyafetleriyle gömmeyi düşündüm, depremde ölenler de şehittir diye hadis yok muydu? İçim elvermedi. Ceset torbası buldum. Ağırdı, gücüm yetmeyince hiç tanımadığım bir yaşlı kadın yetişti yardımıma. Babamı kaldırıp torbaya yerleştirmeme yardım etti. Nasıl yetti gücü, bilmiyorum. Annemi bulursam neyle gömeceğimi hâlâ düşünüyorum. Babamı, gömülene kadar dizime yatırdım. Torbanın içindeki başı dizlerimde, uzunca süre siyah torbaya baktım. Ona anneme söylediği türküyü söyledim. Korkusuz bilsem de onu, gideceği yerde korkmasın diye.

Beni oğlum diyerek uyandıran kadının yanındaki çocuğa baktım. Bir kırmızı kazak, üzerinde tişört. Kısa bir şort. Bacakları soğuktan titriyor. Gözlerinin biri sargılı. Öteki kan çanağı ve yorgun. Fısıltıyla ‘Kör kalacak.’ diyor. Çocuğu üzmemek için duysun istemiyor. Çocuğun ellerinden biri sıkılı yumruk. Diğerinde kirli parmakları titriyor.

Saat kaç bilemiyorum. Cenazelerin yenilerini getirdiler mi? İçlerinde annem var mı? Hepsine bakmalıyım. Zihnime fotoğraflamalıyım. Hipertimezi, yani asla unutamayan biriyim ben. Ailem, geçmişimde yaşadığı gibi ne zaman istersem zihnimdeki anılarımdan yanıma gelecekler. Babamın, bisikletin koltuğundan tutup beni itişini hatırlayacağım. Beni bıraktığını sonradan fark ettiğimi, tek başıma bisikleti sürebildiğimi hatırlayacağım. Annemin, babamın sesini beğenmediğini ‘Öyle değil böyle söyleyeceksin.’ diyerek söylediği deyişleri hep hatırlayacağım.

‘Hadi oğlum, göster bana eşim nerede? Son kez sarılayım.’ ‘Yanında fotoğrafı var mı? Nerede olduğunu görünce bilirim.’ Kadının yüzü acıdan karardı. Gözleri doldu. Sesi titreyerek ‘Yok.’ Dedi. ‘Tarif etsen de olur. Baktıklarımın içindekileri düşünürüm tarifine göre gösteririm onları sana.’ ‘Sarışındı. Kaşları yoktu. Çocukken ırgatlık yaptığı tarla yanmış, onun da kaşlarını tutuşturmuş. Kısa saçlıydı. Kulaklarıyla yanaklarında küçük benler vardı.’

Kadının söylediklerine uyan bedeni düşünüyordum. O kadar çok beden zarar görmüştü ki, bir bedeni hatırladım. Elmacık kemiğinden…

‘Biri var.’ Kadın acı da olsa gülümsedi. Tanıyordum bu gülümsemeyi. Sevdiği artık kayıp olmayacak bir mezara kavuşacaktı. ‘Seni götüreceğim ama’ çocuğa baktım. ‘Çocuk görmese daha iyi olur belki. Yüzü…’ Devamını söylemedim. Gözlerinden yanağına yaşlar aksa da sakince konuştu kadın. ‘Babasını ne olursa olsun son kez görsün. İleride bana kızmasın. Babasının sesini, yüzünü büyüyünce unutsa bile şimdi desin ki ben babamı gömmeden önce gördüm. Elini öptüm. Babalar.’ Sesi titriyordu. Yutkundu. ‘Babalar ölü de olsa duaları kabul olur. Oğluna son kez de olsa dua etsin.’

Ayağa kalktım. Anne ve babamın seslerini hep hatırlayacaktım. Babamın bir mezarı da vardı. Annemi de bulsam onun da bir yeri olsa. Başına gidip ağlayacağım bir yeri olsa.

Yürüyordum. Kadın ve çocuk da arkamdan geliyordu. Yerdeki naaşlara basmamaya dikkat ettiler. Kadının tarifine en benzeyen naaşa götürdüm onları. Diz çöktüm. Dua ederek başını örten sofra bezi örtüsünü kaldırdım. Kadın, yerdeki yüze baktı. Ağlayarak dizlerinin üstüne düştü. Çocuk ise sakindi. Yüzüne baktım. Onun da ağlamasını bekliyordum. Hatta istiyordum. Ağlarsa rahatlardı. Ama o donmuş gibi izliyordu annesinin dizlerini döverek ağlayışını. Çocuk şoka mı girmişti? 9 Mart 2012 saat 20.34 Boğazıma kaçan şekeri küçük amcam baş ve işaret parmağıyla gırtlağımdan çıkardı. Ama hâlâ nefes alamıyordum. ‘Şoka girdi.’ Diyerek tokat attı. Amcamın koca elinin sıcaklığını yanağımda hissediyorum. Karşımda duvara asılı olan çiçek tablosu döndü. Ağlamaya ve nefes almaya başladım.

Çocuğun yanına kalktım. Beni de fark etmiyordu. Bir çocuğa tokat atmak, onu şoktan çıkaracak da olsa gerekli miydi? Sol elimi kaldırdım. İki omzundan tuttum ellerimle. Belki de sarsmam yeterdi. ‘Ağla’ diyerek sarstım onu. Yüzüme baktı. Sargılı olmayan gözü donuktu. Defalarca sarstım. ‘Ağla.’ Annesi kendi feryadından duymuyordu oğlunun sessizliğini. ‘Ağla.’ Omuzlarının titremeye başladığını ellerimde hissettim. Sargısız gözünden yaşlar aktı. ‘Baba.’ Diye çığlık atarak ağlamaya başladı. Sarıldım. İkimiz de ağlayarak baba diye haykırıyorduk.