DOSTLUK

65 yaşından aldığı yirminci günün akşamında ayaklarının onu en kadim dostuna götürmesinin tesadüfî bir yanı yoktu. Ortaokulda aynı tebeşir tozu marifetiyle okuldan kaçmış, lisede aynı kıza aşık olmuş; içerisi her zaman talaş kokan ama her daim taze çay içebildikleri ak sakallı filozof abileri Fırat’ın tımarhanesinde beraber vakit geçirmişlerdi. Bir araya geldiklerinde çoğu zaman siyaset, felsefe, biraz da özel hayatlarındaki beceriksizliklerinden konuşurlardı.  Kemal; çoklarına göre kısa boylu, geniş alınlı, seyrek saçlı bir adamdı. Küfür etmeyi asla beceremezdi. Beyoğlu’nda, Tarlabaşı’na çıkan ücra bir sokakta,  yalıtımı olmayan ama bolca yalnızlık ve hatıra kokan dört duvar arasında yaşardı. Dışarıdan baktığınızda üstüne işemem dediğiniz adamların nasıl olup da birer dahi olabildikleri paradoksunu çekersiniz ciğerlerinize. Bukowski’den Dickens’a, Hegel’den Platon’a kadar, Latince ve İbranice kitaplarla dolu, her yüzyıla ait ruhların bulunduğu daracık bir koridorda boydan boya tamamı el yapımı kitaplığı vardı. Kitapların çoğu, dikkat çekmek için siyah mürekkeple çizilmişti ve bazıları da dikkat çekmemesi için gizlenmişti. Çünkü ne vakit bir roman kahramanına aşık olsa onu herkesten saklama ihtiyacı duyardı. Barakadan bozma evinde haylaz kedisi Çamur ile beraber yaşardı. Çamur da kendisi gibi yağmuru çok severdi. Birçok kez pencere pervazından damlayan yağmur suyunu içtikleri dahi olmuştu. Yalnızlığı paylaşmanın, yalnızca insanlarla beraber olmaktan geçmediği yönünde devrimci görüşleri vardı. Bazen o kadar maddeci oluyordu ki, hayatı boyunca insanlarla kurduğu tüm bağların ona bu kadar huzur vermediğini düşünüyordu. Bira açacağı ya da Çamur’un boklu kumuyla olan bağı bile herkesten fazla hayat kokuyordu ona.

Ancak bir antik Yunan tanrısında bulunabilecek egoyla içeri girdi Tahir, sahiplenmek bu olsa gerekti. Tahir’in alnı yıllar içinde iyiden iyiye açılmıştı. Mis gibi kokan sakallarıyla biraz hasret giderdiler. Talaş kokusuyla demlenmiş çaylarını doldurduktan sonra Kemal her zamanki gülümsemesiyle lafı asla edilmemiş beceriksizliklerinin üstünü kapatır gibi en iyi bildiği konuya girdi:

– Lukretius “Hiçbir şey hiçlikten gelmez” derken ruhun varlığını inkâr etmiş olmaz mı? Eğer “maddeye maddeden başka hiçbir şey dokunamıyor” ise senin gelişlerini ne ile açıklayabiliriz? Bekleyen beden bile olsa bedene zevki veren ruh değil midir? Temel, toplumsal ilişkileri belirleyen ekonomik, beşeri, siyasi formların yanında ahlaki değerlerden de bahsedemez miyiz? O halde ahlaki yargılarımızı belirleyen ya da bunları düşünmemizi gerekli kılan şey ne? İnsan düşünebilmesinin yanında hissedebilen bir varlık da  değil midir?

– Anaksagoras ve Demokritos’un savunduğu materyalist anlayışla yola çıkarsan sorduğun soruların cevabı sadece duyularımızda vardır Kemal. Var olan her şey “madde” ve “hiçlik” ten oluşuyorsa, ruhun varlığı, yanılsamalarımızdan başka hiçbir değer taşımayan hiçliklerle anlatılabilir. Bir nevi ruh, algılarımızdır yani.

– O halde aynı yerdeyiz dostum. Ruh’un varlığını açıklamak için materyalizm asla yeterli değildir. Ruh, kendi dinamikleri içerisinde bedenden tam olarak soyutlanamayan ancak ondan bir o kadar bağımsız değerlendirilmek zorunda olan bir olgudur. Her şey atomlardan oluşmuyor yani ihtiyar.

ACI

Ne vakit uyandığında yalnızlığını fark etse, Temmuz’un tüm ihtişamına rağmen üşürdü. Aslında oğlu Erkin öldüğünden beri hep aynı duyguyla uyanıyordu. Oğlunun kulağına ismini fısıldadığı gece geldi aklına sonra. “Erkin” olmalı diye düşünmüştü Perihan. Serbestçe düşünebilsin, hayatın kahpeliklerine dair tüm zincirleri kırabilsin ve özgür olabilsin diye… Hiçbir ansiklopedinin, hiçbir yaşam koçunun ve dahası hiçbir tesellinin tanımlayamadığı, omzunuzda ve yüreğinizde hissettiğiniz tonlarca yükle uyanmak nedir bilir misiniz? 55 yaşının vücut dengesine verdiği hasarı umursamaksızın hazırlanıp, hep aynı yoldan aynı düşüncelerle geçip, işe gidiyordu. Ömrünün en uzun yolunu arşınlarken, ölümünün nerede ve nasıl olacağını düşünmeden edemiyordu.  Öyle ya dedi kendi kendine, daha ne kadar yaşayacaksın Perihan, daha ne kadar kaldı yaşayacak acın ve üşüyerek uyanacağın sabahların…

KADER

Üniversitenin en güzel kızıydı Perihan. Siyaset ve felsefeye ilgi duyardı, sapyoseksüeldi. Tesla’yı imrendirecek bir sözel zekası vardı. Üniversitenin en çok rağbet gören topluluklarından birinin de başkanıydı. Küt kahverengi saçları ve alnı-na dökülen kahkülleriyle hemcinslerinden çabucak ayırt edilebilen yuvarlık yüz hatları vardı. Toplulukta felsefi sorulardan oluşan bir sohbet esnasında Tahir girdi kapıdan. Uzun kıvırcık saçları, sivilceli suratı ve yuvarlak gözlükleriyle dikkatleri hemen üstüne çekmişti. “Katılabilir miyim?” diye sordu, Perihan “Pekâlâ” dedi. “Fazladan bir soru için her zaman yerimiz var.”

Gün geçtikçe derslerden arta kalan bütün vakitleri birlikte geçirmeye, cevaplar bulmak yerine ucu açık sorular üretmeye, siyasetten, seçimlerden ve kısır döngülerden konuşmaya devam ettiler. Yaz tatili geldiğinde Tahir memleketi Mardin’e, Perihan ise İstanbul’a gider, sohbetlerinin konusunu ise bu sefer iklimler, kutuplar, karbon salınımı gibi konular oluşturur oldu. Bir seferinde ise Tahir, Perihan’a kutuplardaki tüm buzullar eriyip,  İstanbul sular altında kalırsa, yaşamak için Mardin’i seçip seçmeyeceğini sormuştu. Perihan gülümseyerek “Seni seviyorum demenin daha nahif bir şekli olamazdı” diye düşünmüştü. “Pekâlâ, seçerim” diye cevap vermişti Perihan, İstanbul yedi tepe yerinde dururken bile…

Birkaç yıl sonra okullarını bitirdiklerinde evlenmeye karar verdiler. Tahir Mardin’e dönüp bir kütüphanede çalışmaya başladı ve yine aynı kütüphanede sade bir nikâhla evlendiler. Çocukları oldu, ismini Erkin koydular. Aradan geçen 11 yıl Tahir’in saçları dışında hayatlarından hiçbir şeyi eksiltmedi – ta ki o temmuza kadar. Erkin aniden oyun oynarken düşmüş ve bir daha kalkamamıştı, sonra “ani kardiyak ölüm” teşhisi konulmuştu. İzleyen yıllar Tahir’in saçlarından, Perihan’ın ise hayallerinden eksiltmeye devam etti. Ayrılmaya karar verdiler. Ne buzullar, ne iklim değişiklikleri ne de birbirini izleyen seçimler… Hiçbiri bir daha sohbetlerinin konusunu oluşturmadı. Tahir, İstanbul’a kadim dostu Kemal’in yanına döndü. Sakallarını uzattı ve bir daha evlenmedi…