Az az ölüyoruz her gün demiş şair, havadan sudan bahseder gibi.
Son kullanma tarihi geçmiş, fabrikasyon hayatlar yaşıyoruz bilmeden.
Neye katık olsak, onu bozacakmış gibiyiz.
Uyum sağlamak, en büyük erdemimiz. Çoğalıyoruz; biçimsiz bir gösterişle.
Miladı çoktan dolmuş cümleler kuruyoruz gökkuşağında asla rastlanmayacak kadar kırmızı bir tonda.
Göz alıyoruz. Nazarımız değmesin diye tüm dualarımız.
Oysa sevimsiz bir çocuğun peşi yırtık pijamasında saklıydı tüm masumiyet. O da yamalandı bir vakit, peşi yırtık başka bir pijamanın sağlam kalan son parçasıyla.
Yiğide yakılan türküler de kalmadı gayrı havsalada, açık bir imtina içindeyiz; en ağır imtihanımızda…
Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…
Dilimizde Mevlana’ dan kalma bir ağıt, Şems’ in özlemindeyiz.
Sahi neydi düşlerinin rengi ? Batalıktan dönme bir kumsalın eteğindeyiz..
Ayak izlerimiz birer muska gibi boynunda, yeşilin en güzel tonlarını taşıyan çimenlerin. Ve çoktan renk körü olmuşuz. Paletlerin kutsallığında..
Bu son olsun diye başladığımız tüm afrodizyak niyetlerimiz; bir kadehin kırılganlığında, bir zeminin acımasızlığında, utangaç sakarlığımızda, içinden asla inci çıkmayacak ve fakat hep bir umutla
açılacak, o parlak, beyaz istiridyenin boktan kabuğunda son bulacak..
Yine taştan duvarlar ardında ağlayacak kadınlar.
Ve kahpe bir savaşın izlerini taşıyacak, kanı, gökkuşağında asla rastlanmayacak kadar kırmızı tonda olan çocuklar…