Şu an kipkirli sakallarımın olması gerekiyordu. Kollarımda avuç avuç kıllar, üstümde fakirliğin ve rahatlığın ellerime verdiği çizgili bir tişört, bacaklarımda ise “Ben içerisinde soba borularının olduğu bir evde yaşıyorum.” Diyen gri, kumaş ve boru paça bir pantolonun olması gerekiyordu.
Ama işte bunların hiçbirisi yoktu. Ben istediğim ya da böyle olması gerektiği için falan değil. Sadece zamansızlık yüzünden. Zamana sahip olamayacağımı biliyorum. Bana verilen ve üzerime, kıyafetlerime, yaşadıklarıma dikilen zamanla yaşadığımın farkındayım.
Sadece bunu doğru kullanamadım. Ya da varlığının bu kadar kısa olacağını düşünemedim. Belki bir melek ya da gökyüzünden burnumun ucuna konan bir adet şeytan tüyü bana verilen zamanın kısıtlı olduğunu söyleseydi tır şoförlüğü hayalimi istediğim gibi gerçekleştirirdim.
Ama doğaüstü iletişimler için doğanın üstüne çıkmam gerekiyordu. Bunun için de dağcı ayakkabısı, halat, iniş aleti, hamak salıncak askısı, peri tozu, gaipten gelen sesleri hoparlöre bağlayan mucizevi bir adet mikrofon, geleceği anlatanların mesajlarını bana ileten telgraf telleri ve bol bol hayal gücüne ihtiyacım vardı.
Fakat ben, sadece tek bir arkadaşa sahiptim ve ikimizde mucizevi şeyler hakkında hiç konuşmazdık. İkimizde bilirdik ki hayatımız tamamıyla doğaüstü şeylerin varlığıyla var olmuş. Ama bu doğaüstü şeyler o kadar doğanın üstünde ki onlara uçamıyoruz ya da onlara kadar uzanabileceğimiz herhangi bir performans arttırıcı ilaç yok. Ayrıca biz, birbirimizi deli gibi sevdiğimizi bile söyleyemezdik. Aramızdaki ilişkinin arkadaşlıktan daha öte olduğunu bile itiraf edemezdik. Mecburiyetten arkadaş olduğumuzu ve bunu birbirimizi daha fazla görebilmek için devam ettirdiğimizi bile anlatamazdık. Etrafımıza, binalara, sokaklara… Çünkü cesaretimiz yoktu. Topluma karşı, kendimize karşı ve daha adını bilmediğimiz milyonlarca baskıya karşı.
Bu yüzden yaşayacaklarımızı önceden öğrenebilme girişimlerinde bulunmazdık. Geleceğimizi kurcalayıp, şu anımızı mahvetmeye cesaretimiz yoktu. Ama benim durumumdan sonra keşke daha önceden haberimiz olsaydı dediğimiz ve doğa üstlüklerin karınlarını gıdıklamak istediğimiz vakitler oldu.
***
Ben, geçen hafta hayatımın son günleri yaşadığımı öğrendim. Hatta söylediklerine göre en fazla iki hafta daha yaşayabilirdim. En fazla iki hafta daha duyu organlarımı, organlarımı ve bedenimi anlayabilir, onlarla konuşabilirdim.
Bunu ilk başta bir öksürük nöbeti geçirip daha sonra da bayılma klişesi eylemleştirdikten sonra öğrendim.
Arkadaşım -tek arkadaşım- doktordu. Aynı evde kalıyorduk. Sabahın köründe öksürüklerim yüzünden uyandım, yatağımda oturdum ve yaklaşık iki saat boyunca boğazım “Ben neden dünyaya geldim biliyor musun? İşte bunun için.” Dedi. Üstelik bu lafları tekrarladı, hızlı hızlı söyledi ve benim gizli bir düşmanım olduğunu yanımdaki odada yatan doktor arkadaşıma bile belli etti.
Onu anlamaya çalıştım. Dinledim. Ama bana başka kadınların koynuna girdiğimi, olur olmaz yerlerde kumar oynadığımı, çok fazla içtiğimi, sarhoş olmaya ona verdiğimden daha fazla değer verdiğimi ve onu sevmediğimi bağırarak söylemeye başladı. Ki sadece arkadaşıma deli gibi aşık olduğumu bilmesine rağmen. Üstelik ceza olarak da bedenimden çıkmak istiyordu. İzin veremedim, veremezdim. O tekrar gitmek istediğini söyledi ben de tekrar izin vermedim. Hatta bir ara bu döngüyü o kadar tekrarladı ki doktor arkadaşım yanımıza geldi. Ambulansı arayıp, boğazımın güzel bir terbiyeden geçmesi gerektiğini söyledi. O ararken boğazım bu seferde ağlamaya başladı. Kan kusmaya, balgam atmaya başladım.
Yatağım, çarşaflarım, annemin bana ta üniversitedeyken aldığı pijamalarım, yıllardır “Kullanmak” kelimesine çok fazla bağlanamayan ellerim ve bütünümü içinde yaşadığım havaya kanıtlayan her yerim kan oldu.
Sonra da bayıldım. Aniden. Basit bir şekilde. Gözlerimin refleks dışı kapandığını, yatakta oturma pozisyonundan yatma pozisyonuna geçtiğimi ve “Pozisyon” kelimesinin tahrik edici anlamlarını andığımı hatırlıyorum. -Evet, bayılmadan önce. Sanırım bu Dali’nin resimlerindeki anlamlar gibi bir şey. Ya da Freud’un rüyalara baktığı bakış açılarından biri. Ne olursa olsun bilinç altımda gezinen bir gemiye benzediğine yemin edebilirim.-
Gözlerimi açtığımda gözlerimi açtığım için mutlu olan arkadaşım yanı başımdaydı. O da beni seviyordu. Anlıyordum ve iyi ki vardı. Yattığım yatağın sağındaki koltukta oturuyordu.
Bana ne istediğimi sordu. Ona neyim olduğunu sordum. Bana cevap vermedi. Ona cevabını vermesini istediğim bir sürü soru sordum. Bana tekrardan cevap vermedi. Bende ondan su istedim. O da ağlayarak öleceğimi söyledi. Beni sadece bir arkadaşı olarak görseydi ağlar mıydı? Erkekler ağlamaz mıydı? Yoksa bu sadece bir şarkı sözü müydü? Ona sarılmak istedim. Hatta öpmek. Ama arkadaşlıktan daha öte bir şeye iznimiz yoktu. Sonra da anlatmaya başladı.
Beynimin üstünde bir yerlerde yeşil bir canlı varmış. Annemgile küsüp, benim beynimde sefahat sürmeye karar vermiş. Her daim hayatımdaymış. Hatta sünnetimin en ince ayrıntılarına bile şahit olmuş. Bakirliğimi, iç çamaşırlarımın rengini, sağ bacağımdaki tüylerin sol bacağıma göre daha sarışın olduğunu ve sırtımdaki doğum izi gibi duran ama vücudumun ağdaya karşı gösterdiği bir tepki sonucu oluşan izi bile biliyormuş.
Kendini bunca yıldır saklamış. Birkaç aydır da konumundan ve şeklinden sıkılmış. Büyümeye, beynimin bambaşka ıraklarına doğru oklavayla açılmaya karar vermiş.
Beynim tabii ilk başta onu sırt çantasındaki birkaç tane kitap olarak düşünmüş. Ama sonra anlamış ki o kitap değil taş, taşı saran kağıt ve taşı saran kağıdı kesen bir adet makas. Ki benim beynim nerden bilsin taş/kağıt/makası? Oynamış mı ki hiç? Nerde? İzin vermiş onun büyümesine. O da büyümüş.
En ciddi yerlere girip çıkmış. Müdürün karşısında sakız çiğnemiş, ÖSYM optik kağıdının üzerine su dökmüş, iş görüşmesine tangayla gitmek istemiş -hem de pantolonsuz. Hem de tanga için belirli bir cinsiyete sahip olmanın gerektiğini düşünmeyerek- , MİT binasına gidip karşına çıkan bütün görevlilere dil çıkarmış ve daha neler neler yapmış.
Tabii beynimde artık dayanamamış ve annemgilden bana miras kalan o şehvetli kedi yavrusuna iki hafta mühlet vermiş. “Ya bu bendeden çık. Ya da ben bu bedeni öldürüp seni yenerim.” Diye tehdit etmiş.
Ama o yeşil canlı vazgeçer mi hiç? Çıksa bile nereye çıkacak? Zaten oradan çıksa bile ölecek. Ki başkaları tarafından çıkarılamaz çünkü önemli yerlere dokunmakta. E hal böyle olunca ölüm fermanım iki hafta sonra eyleme geçirilmek üzere yürürlüğe konmuş.
“Bakalım nolcak? Her şerde bir hayır vardır. Belki vazgeçer seni öldürmekten. Belki küçülür. Belki küser gider.” Dedi arkadaşım. Gerçekten bunları mı söylemek istiyordu? Boynuma sarılması, “Seni çok seviyorum.” Demesi falan gerekmiyor muydu? Neden bu kadar basit bir şeymiş gibi anlatmıştı? Belki içinde var olan ama kimsenin görmediği baskılardan kurtulacağı için mutluydu. Bu mutluluğu ne kadar çabuk fark etmişti. Demek ki baskı sevgiyi yenebiliyor ve kendini daha çabuk fark ettiriyordu. O an bunu anlamıştım.
Sonra sordu bana en çok istediğin şey ne diye. “Gerçekleştirelim işte. Bundan güzel vakit mi olur?”
Olmazdı değil mi? Ama keşke soru sormak yerine bana istediğim her şeyi gerçekleştirebileceğim cesareti verseydi. Ya da bu soruyu ikimizin de cevaplayabileceği şekilde cevaplandırsaydı. Fakat bunları yapamazdı. Çünkü ben ölsem de o yaşayacaktı. Ben ölsem de o hala kelepçeli ve zincirli kalacaktı. Bu yüzden tır şoförü olmak istediğimi söyledim ona. Küçüklükten beri bunu istediğimi, her daim bunu gerçekleştirmek için hayaller kurduğumu anlattım. “Tamam.” Dedi . “Hallederiz”.
Birkaç gün geçti aradan. Taburcu oldum o sürede. Zaten öleceğim için hastanede kalmama gerek yoktu. Sadece ağrı kesiciler ve antidepresanlarla o zamanlarımı idare ettiriyordum. Arkadaşım sürekli benim için evdeydi ve yine sürekli benim için birileriyle telefonda konuşuyordu. Ben de yatıyordum. Fiziksel hiçbir eksiklik yoktu bedenimde. Kaşım, gözüm şişmemişti. Başım dönmüyordu. Kusmuyordum. Ağlıyordum biraz. Üzülüyordum. O kadarcık. Onun dışında sağlıklı bir insan gibiydim.
Bir gün arkadaşım yanı gelip:
-“Hayırlı olsun, yarın tır şoförü olarak Ankara’dan Eskişehir’e gidiyorsun.”
– “Valla mı?”
-“Valla.”
-“Ne taşıyacağım peki?”
-“İşin o kısmı biraz karışık aslında. Yani nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyorum.”
-“Ya neyi bilmiyorsun? Ölüp gideceğim zaten.”
-“Öyle deme.”
-“Ama öyle işte. O yüzden acele etmemiz gerekiyor. Yani sana minnettarım yanlış anlama. Ki senin değil benim acele etmem gerekiyor.”
-“Böyle şeyler söyleyince daha mı romantik oluyorsun? Acıların erkeği falan. Mum yakmamı ister misin? Geçen gün BİM’den kokulu mum aldım.”
-“Kokulu mumuna da sana da… Deli misin ya? Ölmek üzere olan insanla yaptığın muhabbete bak.”
-“Neyse tamam. Anlatıyorum. Şimdi ilk olarak kıyafetlerin. İlk başta onlardan bahsedeyim.”
-“Kıyafetin ne alakası var?”
-“Yani öyle işte. Çok fazla sormada dinle. Tır yolculuğunu yaparken bir punkçı gibi giyinmen gerekiyor.”
-“Neci?”
-“Punkçı işte. Hani var ya böyle tuhaf baskılı tişörtler giyip, pantolonlarını yırtanlar. İşte onlar gibi.”
-“Oldu o zaman. Ben hemen bir koşu gidip giyineyim. Belki yolda ölürüm.”
-“Of! Dalga geçmiyorum, ciddiyim. Hem bu bir giyim tarzı. Bir tercih. Bu şekilde eleştiremezsin.”
-“Dalga geçmiyorum. Sadece tır sürerken bu kıyafetlerin anlamını anlamaya çalışıyorum. Hayır bu gerçekten olağan mı sence de?”
-“Evet, değil. Ama bunu bulabildim. Kollarım bu kadar kısa sürede buna uzandı. Ne yapabilirim?”
-“Evet, ya haklısın. Ölüp giden benim sonuçta sen değilsin ki. Bu kadar uğraşman bile büyük bir şey zaten. Ne bileyim işte?”
-“Neyse. İşte bu kıyafetleri giydikten sonra tırı sürmeye başlayacaksın ve otoyolda eğer bir çocuk görürsen tırı durduracaksın. Ki çocuğun okuma yazma bilmesi gerekiyor. Yani yedi, sekiz veya dokuz yaşlarında bir çocuk görünce tırı durdur.”
-“Ya bak, bana yardım etmeye çalışıyorsun anlıyorum. Sana tekrardan minnettarım. Ama otoyolda sekiz yaşında bir çocukla nasıl karşılaşmamı bekliyorsun? Yani nasıl?”
-“Gideceğin güzergâhta bir sürü çiftlik olacak. Yani o çiftliği eken ve biçen bir sürü insanla karşılaşacaksın. Ayrıca yine o güzergah bir sürü köye bağlı olacak. Güzergahın haritasını sana vereceğim. Ama lütfen beni dinle.”
-“Tamam. Devam et.”
-“Tırı durdurduktan sonra çocuğun yanına gidip, ona böyle bir kılıkla ve böyle bir araçla ne yaptığını ve nereye gittiğini soracaksın. Sonra da çocuğun eline bir kalem ve kağıt verip sana cevap yazmasını isteyeceksin. Aldığın cevabı da bir zarfa koyup, yoluna devam edeceksin. Bu işi her çocuk gördüğünde yapacaksın. Ta ki Eskişehir tabelasını görünceye kadar. Tabelayı görünce geri Ankara’ya döneceksin ve o bütün mektup zarflarını sana Ankara’ya tekrar geldiğinde vereceğim adresteki apartmanın posta kutusuna atacaksın. Yapmam gereken bunlar.”
-“Sen nerden buldun bu işi?”
-“Buldum işte. Sorma.”
-“Para alacak mıyım peki?”
-“Evet, birkaç hafta sonra hesabına yatıracaklar.”
-“Birkaç hafta? Neyse en azından çok büyük olmasa bile bir mirasım olacak. Şanslısın.”
-“Senin isteğin gerçekleşsin de.”
-“Hakikaten nerden buldun bu işi? Yani çok mu aradın?”
-“Of! Sorma işte!”
-“Gitmiyorum o zaman. Sürmeyeceğim o tırı. Ölünce en yakın arkadaşımın gözleri açık gitti dersin. Büyük vicdan azabı.”
-“Ya ben senin için o kadar uğraşıyorum, tuhaf da olsa ölmeden önce hayalini gerçekleştirmen için sana bir fırsat sunuyorum. Sen beni kendi vicdanımla tehdit ediyorsun. Doğru mu bu sence?”
-“Ben senin için endişeleniyorum. Korkuyorum. Sırf beni mutlu etmek için güvenilir olmayan insanlarla bir işe kalkışmanı istemiyorum. Anlattığın şeyler mantıklı mı sence? Kim bilir kimlerle anlaştın bütün bu saçmalıklar için. Hayır, yakın arkadaşım olmasan benimle kafa bulduğunu düşünücem. Biliyorum ki sen gayet ciddisin. Zaten böyle benimle kafa bulmazsın. Söz konusu olan ölüm olduğu için.”
-“Saçma şeylerin tekin olmadığını kim söyledi? Korkulacak bir şey yok. Hem eğer çok merak ediyorsan iş sonunda o apartmana gidersin ve mektupları posta kutusuna atmak yerine dairenin zilini çalıp her şeyi öğrenirsin. Hem de fena mı işte ölmeden önce bir macera yaşarsın? Ayrıca ben seninle hiçbir zaman kafa bulmuyorum zaten. Sen sadece bazen söylediklerimin şaka olduğunu düşünüyorsun. Ki ben her daim ciddiyim.”
-“Ha dairenin zilini çalmak gibi bir imkan da verdiler yani?”
-“Vermediler. Senin bunu merak edeceği ve mektupları posta kutusuna atıp, geri dönmeyeceğini biliyordum. Önceden haber verdim sadece. Bir sorun olur mu diye. Onlarda olmaz dediler.” Dedi gülerek.
Haklıydı. Ben meraklı bir insandım ve zarfları atıp geri dönmezdim. En ince ayrıntısına kadar düşünmüş arkadaşım. Benim için uğraşmış. Ben de kabul ettim. Ona nasıl hayır diyebilirdim ki? Onu seviyordum sonuçta. Ayrıca merak da ediyordum. Bütün bunlar yüzünden o tıra bindim ve sürdüm.
***
Üstümde; gülen, ağlayan ve sinirli sinirli etrafına bakan yüzlerin olduğu bir tane tişört, bacaklarımda; üstünde zincirler, zımbalar ve yırtıkların olduğu bir tane pantolon, tırnaklarımda; siyah oje, bileklerimde; kuru kafalı bileklikler ve son olarak da kulaklarımda; mıknatıslı iki çift küpe vardı. Ve ben bunların hepsini o tırı sürebilmek için giydim, yaptırdım, uğraştım.
Faydalı oldu mu? Bilemiyorum.
Sürdüğüm tırın ise ön kısmı beyaz, kasası siyahtı. Kasasının arka kısmında beyaz ve büyük harflerle “Kaderim ölüm. Ben her daim ölüyüm.” Yazıyordu. Bunun benim için yazılma ihtimalini kendi beynimde tarttım. Ama matematiğim çok iyi olmadığı için bir sonuç çıkaramadım. Tırın el freninin olduğu yerde üst üste bir sürü tesbih vardı ve torpidosu tamamıyla pembe tüylerle kaplıydı. Son olarak da güneşliklerinde çıplak kadın fotoğrafları vardı. Bir insanın araç kullanırken mastürbasyon yapmasını neden tehlikeli bulmuyorlar anlamıyorum. Neyse ki böyle bir tehlikeyi yaratabilecek türden bir cinsel arzuya sahip değildim. Ki olsam ne olacak zaten ölüyordum?
Yola çıkmadan önce arkadaşımla güzel bir kahvaltı yaptık. Aslında o da benimle gelebilirdi ama hastane de kalması gerekiyordu. Vedalaştık ve gideceğim güzergahın haritasını bana verdi. Sonra ben tıra binmek için bir adrese gittim ve güzergaha bakarak tırı sürmeye başladım.
Yolculuk sırasında üç tane yedi veya sekiz yaşlarında çocukla karşılaştım.
İlki esmer ve yeşil gözlü bir çocuktu. Orta halli bir bavul kadar boyu vardı. Otoyol üzerindeki bir çiftliğin sahibi onun babasıydı. Oraya ona yemek getirmek için gelmişti. O an geri köye dönüyordu. -Evet, bunların hepsini ona sordum. Ölüyorum sonuçta.- Cevabına ise:
“Bence bu adamın bir sürü A4 kağıdı var. Ve onlardan kurtulmak istiyor. O da tırıyla elindeki kağıtları bu şekilde harcıyor.” Yazmıştı. -Cevap saçmaydı. Ama sorulan sorunun var olmasını sağlayan varlıklarda çok mantıklı değildi.- Bende cevabı alıp zarfa koydum. Sonra da yola devam ettim.
İkinci çocuk ise otoyolun kenarındaki kocaman taşların üzerine oturmuştu. Ailesi bir bağ evini gezmek için köye kadar inmişti. O da köye gitmek istemeyip orada oturmuştu. Cevabına ise:
“Bu adam bence reklamcıdır. Üzerindeki kıyafetlerin reklamını böyle tırla dolaşarak garip bir şekilde yapmaktadır. Hatta tırın kocaman kasasında bence bu kıyafetlerden vardır. Ben de büyüyünce böyle giyincem. Babam kızar belki ama ben kulağımı bile deldiricem.” Yazmıştı. Onun cevabını da alıp, zarfa koydum ve Eskişehir il sınırında son çocukla karşılaştım.
Aslında onun yüzünden durmak zorunda kaldım. Çünkü tam tırın önünde durup, ölmek istedi. Üzerinde lacivert işçi tulumu vardı. Saçlarını üçe vurdurtmuştu. Ayakları ise çıplaktı.
Tırdan inip, onun yanına koştum. Ağlamaya başladı. “Ölmek istiyorum.” Dedi. “Neden?” dedim. “Babamın beni dövmesine artık katlanamıyorum.” Dedi. Onu oradan götürmek, kurtarmak istedim. Ama o zamanda onu kaçırmış olurdum. Üstelik zaten ölüyordum. Ona hiçbir faydam dokunmazdı. Mecburen aynı soruyu ona da sordum. Cevabına ise:
“Bu adam benim ölmeme izin vermeyen bir melek. Ama dünya şartlarını bilmediği için nasıl giyinmesi ve hangi arabaları kullanması gerektiğini bilmiyor. Kendini bu kıyafetleri giyerek gizliyor. Ve bu tırla yolda karşılaştığı her türlü kötü şeyi engelliyor. Belki Azrail’le konuşup babamın ölmesini sağlatır. Umarım sağlatır.” Yazmıştı. Onun cevabını da zarfa koyup, tıra geri döndüm.
***
Ama apartmanı bulamadım. Ankara’ya geri dönemedim. Mektupların sırlarını ve neden var olduklarını hiçbir zaman öğrenemedim. Arkadaşımı hiçbir zaman öpemedim ve ona sarılamadım. Çünkü tam Eskişehir tabelasını otoyolda gördüğüm sırada tırı durdurdum ve öldüm. Gözlerim kapanmadan, aklım vücuduma kusmadan, ayaklarım ve ellerim uyuşmadan ani bir nefes alma refleksiyle öldüm. Gözlerimi kocaman açtım, ellerimi direksiyona iyice yapıştırdım ve bacaklarımı birbirinden ayırdım. Beklediğim şey ani bir beyazlıktı. Ya da depremsel bir aydınlık, parıltı falan. Fakat ben sadece yan koltuğa geçtim. Ve kendi bedenimi izledim.
Birkaç gündür de o koltuktayım. Çocuklara verdiğim kalem ve kağıtlarla size bunları yazdım. Beynimin, beyninizin, beyinlerin ve beyinlerinizin zincirli çözülsün diye. Okuyor musunuz? Hiç sanmıyorum.