Uyku: “O anımsın”*

Uyku beladır göç içinizedir” Cahit Zarifoğlu

 

“Tamam, şimdi basit bir hesap yapalım. Şu an saat on bir elli. Hemen gidip iki tane Passiflora içsem o beni kırk dakikaya uyutur muhtemelen. Yedide kalksam altı buçuk saat uyumuş olurum ki o da yeter de artar. On dakikada hazırlanıp çıkarım. Burdan Salhane İzban’a yürümesi yedi-sekiz dakika de, Halkapınar’da aktarma yaptım, Konak’ta indim, Kemeraltında da bir beş dakika civarı yürüdüm dersek yedi otuz beş civarında dükkana gelmiş olurum heralde. O zaman içeriyi silip süpürmem, depodan ayakkabı getirmem ve kasayı düzenlemem için geriye yirmi beş dakika kalıyor. Tamam tamam, çok iyi. Araya bir simit çay bir de sigara sıkıştırabilirsem şahane olur. Sonra saat sekizde dükkanı açmış olurum, tam Emin amcanın istediği gibi. Süper, şunu hızlıca içeyim de yatayım o halde. Gluk..gluk..gluk..

***

Yastığın kılıfı çok kirlenmiş, en son ne zaman değiştirdim ki? Neyse şimdi vakit yok, yarın değiştiririm. Zaten yatağın da bir boka benzediği yok, bak işte yatar yatmaz ortası göçtü. Sırtımın ordaki yaylar da çok batıyor. Acaba zenginlerin yattığı pahalı yataklar hayatlarına ne kadar etki ediyordur? Yani kaliteli bir yatakta uyursan uykun da daha kaliteli olur, böylece güne bütün gece ecinnilerden dayak yemiş küffar gibi başlamazsın ya. Şu kişisel gelişim zırvalarında da güne iyi başlamak çok önemli diyorlar hep, eğer haklılarsa ben baştan kaybetmişim be. Üniversitedeyken her gün en az üç kupon dolduran Metin de böyle söylerdi. Allahın beleşçisi kendi internetinden yememek için elimde telefon gördü mü bana yanaşır ‘Galip bakabilir misin ya şu bizim maçlara nolmuş.’ derdi. Üniversite hayatım boyunca onunla ortak bir kupon bile yapmamama rağmen maçlar niye ‘bizim’ oluyordu anlamazdım ama bir merak duygusuyla hiç itiraz etmeden açıp bakardım her seferinde. ‘Lazio napmış?’ ‘üç sıfır yenmiş.’ ‘Deme ulaaan!’ ya da ‘Yapma bee!’ tarzı bir cevaptan sonra ‘Emin misin bak, yazdığım ilk maçtı o.’ diye devam ederdi. Sonra ben o güne uygun cümleyi dedikten sonra, mesela ‘Valla üç sıfır Metincim.’, ‘Ben baştan kaybetmişim be Galip, allah bilir diğer maçların hepsi tutmuştur şimdi.’ ‘Bakayım.’ ‘Bak bak, köpekte şans var bizde yok anasını satayım.’ Şeklinde giderdi konuşmamız. Tabi ya, Üniversite yılları. O kadar güzel, o kadar güzeldi ki beni en çok seven kişi internetini kurtardığım Metin’dir kesin. Zaten o zaman da baştan kaybetmiştik ki biz. Merve vardı, ‘Galip düşünsene üniversiteyi beraber İzmir’de okusak hem birbirimizden hem de çoğu arkadaşımızdan hiç ayrılmamış oluruz, harika olmaz mı canım?’ diyerekten öpmeye başlıyordu lise son sene. Gel de kurtar aklını tavan yapmış libidonun etkisinden. Sonra noldu? Kaldık beraber İzmir’de. Ben de o zamanlar gerizekalı gibi zannediyorum ki bu hikaye ‘Şimdi çok mutluyuz, ikinci çocuğumuzu bekliyoruz.’ Şeklinde devam edecek.  İkinci çocuğun hatrına heral ikinci sınıfa geçerken aldattı puşt. Daha doğrusu o çöl maymunuyla hazırlıkta tanışmış, birde de çoktan mekanlarda gezmeye, yakınlaşmaya başlamış. Ben salak olduğum için anca ikiye geçerken anlıyorum tabi her şeyi. Ondan sonrası malum, sevgilimiz; lise tanıdıklarımız var diye üniversite ortamında tanışmadıklarımın arasında kaldım piç gibi. Hayır yalnızlık da değil ki sadece mesele, Merve zaten Ege diş istiyordu tutturdu, benimse Boğaziçi’nde okuma şansım vardı be. Son yıl ‘zaten İzmir’de kalıcaz, sınavı tek gözüm kapalı bile çözsem Dokuz Eylül tutar’ moduna girdiğim için doğru düzgün uğraşmadım bile. Soran akrabalara da ^Boğaziçi’nde okucam ben^ dediğim için ailede herkes tarafından zeki çocuk, geleceğin zengini olarak görülüyordum. Herkes zannediyor ki elektrik-elektronik ve bilgisayar arasında seçim yapamıyorum, mezun olunca yurt dışında büyük şirketlerde çalışıcam falan. Tabi millet nereden bilsin benim dilci olduğumu, küçüklükten beri kelimeleri sevdiğimi, vaktimin çoğunu kelimelerin yapısını; tarihini öğrenmeye çalışarak geçirdiğim için yıllardır Dilbilim okumak istediğimi… Buna anne baban bile gülüyor söyleyince. Murat Bey bütün o berberlik yıllarının getirdiği engin akademik deneyim, parlak zeka ve çocuk eksenli ebeveynlik anlayışı doğrultusunda ^Dil okuyup napcan lan hıyar, öyle şeylerle uğraşacağına gel dükkanda çalış daha iyi^ demişti mesela. Şimdi gel de baba, babam de bu herife. Baba Murat Bey, Beybaba Murat, neyse. İşin en üzücü yanı yılların, sessizce ama içten gelen bir güvenle ^Sen nasıl istersen oğlum^ diyen annemi değil de odun kafalı babamı haklı çıkarması. İlk zamanlarda yine Merve olsun kolay dersler olsun okulla aramı düzgün tutmamı sağlıyorken terkedilmek ve sınıfa adımımı attığım ilk andan beri beni saran ^ben bundan daha iyisine layıktım^ hissi kalan bütün yıllarımın bok gibi geçmesine neden oldu. Soğudum, tembelleştim, başta zevkle dinlediğim konuları kopyayla geçer oldum. İte kalkarak insanların kıçıyla güleceği bir ortalama ile mezun olunca da lise yıllarımda hayalini kurduğum üretken, yardımsever ve idol bir akademisyen olamıyorsun tabi. Onu geç sadece diploma ile doğru dürüst bir iş bile bulamıyorsun şu lanet ülkede. Sonra da bazı üst akıllar evde boş boş oturacağına hiç değilse git amcanın ayakkabı dükkanında çalış diyor. ANAAA DÜKKAN! Saat kaç olmuş? YUH, 2 Mİ? Hemen uyumalıyım, hemen bir an önce uyumalıyım ki yarın geç kalmayayım. Allah kahretsin o haplar nasıl uyutmadı beni ya. Başlıcam… Tamam, sakin ol oğlum Galip, boşluğu düşün, hiçbir şey düşünme, hiçbir şey düşünme. Simsiyah koca bir perde önümde. Hiçbir şey yok, hiçbir şey yok. Boşluk. Uyku. Yalnızca uyku. Rüya bile yok. Saf, deliksiz bir uyku. Üstüm örtülü, yatağım sıcacık. Her şeyin üstü örtülü, her şey benden saklanmış. Düşünce yok, hiçbir şey yok, rüya bile saklanmış. YOOOO! HAYIR, HAYIR, hayır hayır hayır aklıma bile gelmedi, düşünmedim, hiç düşünmedim, çoktan uyudum ben çoktan, çoktan uyudum, uçup gitti, uçup gitti, uçup… YOOOO!

**

Keşke Selim o otobüsü kaçırmasaydı. Keşke onu beklemek için tek başıma Kordon çimlerde oturmasaydım. Keşke hiç defterim olmasaydı. Keşke o aptal defteri çıkarıp sanki çok önemliymiş gibi boş bir sayfaya “inanç” yazmasaydım. Keşke anagram nedir hiç bilmeseydim, bu kadar düşünmeseydim, düşünseydim bile düşünürken bu kadar tutkulu ve odaklı gözükmeseydim. Keşke o asla beni görmeseydi. Keşke hiç sigara içmeseydi veya da yanında hep çakmak taşısaydı. Keşke tipim at hırsızı gibi olsaydı ki yanıma yaklaşıp “çakmağın var mı ?” diye soramasaydı. Keşke sigarasını hep başkasına yaktıran bir geçinme olsaydım da ona başımı bile kaldırmadan hayır deseydim. Keşke ben sigarasını yakarken gözü aşağı kayıp deftere yazdığım şeyi görmeseydi. Keşke o kadar cesur, girişken ve meraklı bir kadın olmasaydı da bana ^defterine ne yazıyorsun?^ diye sormasaydı. Keşke asosyal ve utangaç olsaydım, ona yazdığım ^inanç^ kelimesini gösterip ^ bu kelimenin anagramı var mı onu düşünüyorum da, aklıma hiçbir şey gelmedi ne zamandır düşünmeme rağmen^ demeye yüreğim olmasaydı. Keşke bu kadar zeki, sürprizlerle dolu, hazır cevap bir insan olmasaydı ki hımm diyip biraz baktıktan sonra elimden kalemi ve defteri almasaydı, i nin üstündeki noktayı, ç nin kuyruğunu silmeseydi. Keşke hiç oluşan yeni harflerle ^canın^ yazıp defteri bana çevirip göstermeseydi. Keşke ben ^nasıl yani?^ dediğimde ^diyorum ki canın sağolsun. Her kelimenin anagramı olmuyor maalesef. Umarım hep anagramı güzel olanları bulursun, bulamazsan da sen güzelleştirirsin^ demeseydi. Keşke sağır, dilsiz, kör, duygusuz, düşüncesiz veya salak olsaydım da bu ânın, bu cümlelerin ne kadar özel, ne kadar güzel olduğunu hiç anlamasaydım, o an deli gibi aşık olmasaydım ona. Keşke adını, yaşını, nereden geldiğini bile bilmediğim bir kıza içimdeki bütün masum, çocuk ve savunmasız duyguları sonuna kadar açacağıma gidip ot içip geceyi düzlüğüne bıraksaydım mesela. Keşke o kadar güzel konuşması yetmiyormuş gibi bir o kadar da güzel gülümsemeseydi bana. Keşke benim dilim konuşmak gibi bir yetisi olduğunu unutmuş, gözlerim aptal ve aşık, aptal bir aşık gibi bakarken ^adım Simay^ diye elini uzatmasaydı bana. Keşke  sonradan hayatımın en mutlu ânı olduğuna kani olduğum birkaç saniyede, hayatımda beni en çok etkileyen kadını hayatımdaki en cesur hareket olduğunu düşündüğüm ^ Ben de Galip, istersen otur, böylece her şeyi bulması kolaylaşır^ cümlesiyle karşılamasaydım. Keşke hiç yanıma oturmasaydı, bana kendini açmasaydı, benim küçük dünyamı kişiliğinin kusursuzluğu ve hayallerinin büyüklüğü ile ezip geçmeseydi. Keşke o andan sonraki bütün yazım koskoca bir Simay olmasaydı, onun etrafında bir uydu, en ufak detayına talepkar, varlığının her zerresiyle şevkli olmasaydım. Keşke birbirimizden bu kadar zevk almasaydık. Keşke insan, dil, iletişim üçgeninde birbirimize hevesle anlattığımız şeylerin bize bir şeyler öğretmekten çok bizi birbirimize daha da aşık yaptığını anlasaydık, kaçınılmaz sonu bildiğimiz için hiç dokunmasaydık o kallavi konulara. Keşke seninle deniz kenarında oturmak, sırt sırta verirken sessizce yıldızları izlemek, hep kalabalık olan güzel yerlere inat ıssız mekanların manzaralarını nefis kılmak, yağmur altında yürümek, müzikalde gibi şarkı söylemek, tiyatroda gibi rol yapmak, derin konuları büyük bir ciddiyetle konuşmak, sığ konuları sulandırmak, sinemaya gitmek, yan yana kitap okumak, dedikodu yapmak, kendi dilimizi oluşturmak, kendi mizahımızı inşa etmek, kedileri sevmek, köpeklerden tırsmak, çalılıklarda kirpi aramak, hayal kurmak, benim kalem bile tutamazken senin harika bir ressam olman gerçeğinin şakasını yapmak, İzmir’de avare olmak, tutkuyla tartışmak, tutkuyla kavga etmek, pişmanlıkla barışmak, öpüşmek, sarılmak, öpüşürken sıkı sıkı sarılmak, yarını unutmak, bir beden olmak, hatırlamak, gülmek, güne uyanmak, günle vedalaşmak, yazılar yazmak, büyük yazarlardan çalmak, kimselere söylememek, kurgulamak, oyunlar oynamak, oyunlar icat etmek, kelimeler icat etmek, onları kullanmak, müzik dinlemek, şarkının yükseldiği anda birbirimize bakmak, öğrenmek, öğretmek, insanları sevindirmek, insanların kalbine dokunmak, video izlemek, heyecanlanmak, terlemek, üşümek ve de en önemlisi aynı hayatta olmak bu kadar güzel olmasaydı.

 

Ama güzeldi. Öyle güzeldi ki hala yaşadığımızı hissettiğimiz her saniyeyi hatırlıyorum Simay. ^Mason Osman, Torun Ortun^ gibi beraber uydurup duvarlara yazdığımız (çünkü bizim imzamız olduğuna inanıyorduk) anagramlar, bazen saatlerce kafa patlatmamız gerekse de sonunda yapmayı başardığımız ve bir şeyler içerek kutladığımız ^Yok! Yarasa masama saray koy^ gibi palindromlar ve daha bir sürü bizi birbirimize yaklaştıran kelime oyunları karmaşık ancak çözmesi zevkle dolu gösteriyordu bize hayatı. Beraber sinemalarda bir ömür geçiriyorduk, hatta en sevdiğin film Inception’ı izlerken de yanı başındaydım senin. Nasıl büyülenmiştin, nasıl hayran kalmıştın ama! Çıkışında saatlerce rüyalar ve zamanla ilgili konuşmuştuk, sonrasında ben de bir topaç almıştım sana, küçük ama anlamlı bir hediye. İşte o hediye gününden sonra başlamıştı acı, neredeyse bütün yaz kilim altına süpürülen sorunların gerçek yüzü. Daha ilk günlerden burada çok kalamayacağını, yazın sonunda babanın başka bir şehre tayini çıkacağını söylemiştin. Ben de küçük, masum bir çocuk gibi daha en başından beri bildiğim bu gerçeği unutursam hiç yaşanmaz sanmıştım aslında. Sense topaçı da yanında götüreceğini hatta yeni odanın güzel bir köşesine koyacağını söyleyerek çocuk masalımı yıktın. Önce konuşulmuş gerçekliklerle yaraladın beni, devamında da konuşulmaktan ustaca kaçılmış, geçmişin saklı gerçeklikleriyle. Evet, zaten ayrılma vaktinin yakınlığından doğan huzursuzluk aramızda iyice serpilmişken bana uzun uzun anlattığın eski sevgilinle ilgili hikayeyi kast ediyorum. Evet, sen de aldatılmıştın tıpkı benim gibi fakat -nedenini onca zaman düşünmeme rağmen hala anlayamadığım  şekilde-  bu aldatılmayı yaşadığınız uzak mesafe ilişkisinin doğal bir sonucu olarak görüyordun. Sevdiğine yakın olamamaktan, yan yana aşılamayan sorunlardan, beraber vakit geçirememekten ve aynı hayatta olmayı kaçırmaktan nefret etmiştin. Bu yüzden bir daha asla uzak mesafe ilişkin olmayacaktı, çok üzgündün, gözlerinden yaşlar boşanırken, zamanla ve acı çekip birbirimizden nefret ederek ayrılacağımıza gitmeden önceki son gün son kez konuşarak vedalaşmamızı istiyordun.

Seni aksine ikna edemedim. Bağırdık, kavga ettik, nefret ettik birbirimizden. Zamanla olmaktan korktuğumuz hale bir gün içinde gelmiştik işte. Ayrılacağın günün arifesine kadar senle buluşmayı hiç istemedim. Sen de istememiş olacaksın ki hiç ulaşmaya çalışmadın bana. Ama ah, ne çok pişmanlık…

Keşke o son gün seni görmeye gitmeseydim keşke son ana kadar sana karşı olan nefretim senin anlayışsızlığına karşı olan öfkem azalmasaydı keşke bir elimi tutup yüzüme bakarak ağlarken yumuşamasaydım sana da yıllar sonra hala böyle duygulu böyle aşık olmasaydım keşke o an diğer elinde topacı tuttuğunu görmeseydim keşke salya sümük halinle bile o kadar güzel gülemeseydin keşke o gülümsemeden sonra kulağıma aşka ^rüyalarında sakla beni^ diye fısıldamasaydın keşke o zamana kadar hiç görmediğim bir biçimde sımsıkı sararken beni ^ ben şimdi uçup gideceğim anlattığın güvercinler gibi gözlerini kapa yalvarırım gözlerini kapa^ demeseydin bana keşke gözümü açtığımda hala yanımda olsaydın ya da o gün o çimlerde hiç olmasaydın keşke bu kadar aptal bu kadar yarım bu kadar çelişkili olmasaydı hayat keşke geceleri olsun huzur bulsaydım elimden kayıp giden güzel bir hayatın küllerini fesleğen bulmuş gibi koklamasaydım keşke acısız olsaydı büyük mutluluklar keşke bazı kapılar bu kadar sert kapanmasaydı keşke bir rüya olsaydı her şey Galip olmamdan faydalanıp rüyayı bulsaydım rüyanın verdiği umut derin uykunun rahatlatıcılığıyla birlik olsaydı uyku demişken saat kaç olmuş 5 mi hasiktir be bütün hesaplar bozuldu..”

 

 

*”O anımsın” cümlesi insomnia kelimesinin i harflerinin noktaları silindikten sonraki anagramıdır. Blanagramdır yani, açıklamalar dahil tamamen Simay içindir.