Göklerden düşen bir adam tanıdım. Gerçi adam demek doğru olur mu, bilmem. Adamdan çok bir kadın gibiydi elleri, gözleri ama en çok da sesi. Onun dışında yapısı tam bir erkeğe göreydi. Onu bir ilkbahar akşamı tanıdım. Gökten düştükten hemen sonra. Yüzük dolu parmağını uzatıp kor gibi simsiyah gökyüzünü göstermişti ve oradan, en parlak yıldızdan geldiğini söylemişti; oysa puslanmış yıldızların hepsi şehrin ışıkları tarafından yenilip yutulmuştu. Onunla tanıştığım anda anladım ki o, şeytanların arasına düşmüş ağlayan bir melekti. Bize ağlıyordu durmadan, gözlerinin altındaki kırmızı halkalar bu yüzdendi. Çocuktum. O da çocuktu. Ama belki yüz yaşında vardı. Dünyaya düşmesinin sebebi kaybettiği bir iddiaydı.

Onu evime götürdüm ve ağılda sakladım. İsmini söylemedi, ben de ona Te adını taktım. Te, çünkü onu gördüğümde bir tren düdüğü duymuştum, başımı o tarafa çevirmemle birlikte yere düşme sesini de duymam bir olmuştu. Bu yüzden Te, aslında var olmayan bir trenin sesini yankılıyordu.

Te, kısa hayatımda tanıdığım hem en cahil hem en bilgili insandı. Her şeyi bilir, ama güneşin doğuşuna bile hayretle bakardı. İlkbahardı geldiğinde, çiçekler henüz yeni açıyordu ve en küçük bir rüzgârda etrafa dağılan beyaz ayva çiçekleri portakal rengi saçlarından aşağı yağıyordu. Gezmeye çıkardık sürekli; onu derelerde zıplatır, çayırdan aşağı koştururdum. Kuşların sesini dinlemeye götürür ve karıncaların arasına daldırırdım. Te bunları sonsuz bir sevgiyle kucaklardı. Dünyadaki her şeyi oldukları halleriyle kabul edip seveceğini buradan anlamıştım. Çünkü aslında götürdüğüm dere ne gerçek bir dereydi ne karıncalar insan sürüsü dışında bir şeylerdi. Sadece tıkanmış bir rögar kapağından taşıp cadde boyu akan sular ve arabaların kuşların sesini örten kornaları; yıldızları tıkayan lambalar, yolları tıkayan insanlar. Ama bunlar hiç sorun değildi. Çünkü aslında onu götürdüğüm ağıl benim ağılım bile değildi. Benim olan hiçbir şey yoktu aslında. Yalnızca bir kutum ve geceleri üzerime çektiğim battaniyem. Te bana hem bir anne hem bir baba oldu. Onu tanıdığım kısa sürede o benim her şeyim oldu. Herkesi ve her şeyi kapsayan koşulsuz sevgisi asla sevilmemiş beni de kapsıyordu.

Doğduğumdan beri çirkinimdir, öyle olmalıyım. Ben öyle çirkinimdir ki aynaya baktığımda yansımam bana arkasını döner; karıncalar kaçar, kuşlar susar. Dere boylarında yıkanırım anca, asfalt yokuştan yuvarlanırım. Gölgem ve farelerdir en yakın arkadaşlarım, onlar da bir yolunu bulur çekip giderler. Ama sonra Te geldi, yanımda kaldı. Gece olunca giden gölgemden ya da yemek bulunca giden farelerden farklıydı. O geldi ki, tüm dünyam aydınlandı. Onu beklediğimi asla bilmeden tüm hayatım boyunca onun yolunu gözlediğimi fark ettim ve gökyüzüne her gün onun için baktığımı anladım. Te önceden yaptığım her şeyi benimle yaptı, kendi oyunlarını benimle paylaştı. Temiz su buldu, yıkadı. Gerçek giysiler buldu, giydirdi. Güzel yemekler buldu, yedirdi. Hayat onunla çok güzeldi. Gün içinde ne kadar itilip kakılırsam, gece olunca onun öpücüğü o kadar tatlı gelirdi. Yanımdan bir hayalet gibi çekilip gittiğini bilirdim geceleri. Keşfetmeye çıkıyorum, derdi, çayırları çimenleri, en çok da karıncaları. Radyoda duyduğum şarkıcı kadınlardan daha güzel bir sesi vardı. Ben de gelmek istedim kaç kere ama beni geri yatırırdı. “Sus, şimdi uyku vakti. Uyuyamazsan nasıl rüya görürsün?”

Rüyalarım. Onların lafını duyar duymaz gözlerimi kaparım. Bazen öyle çok kapadığım olur ki gözlerimi, uyku tutmadan bir dönüp bir dururum. Uyuyabildiğim o güzel ve nadir zamanlarda gördüklerim birer masaldan ibaret olurlar. Te’nin saç tokasındaki gibi rengarenk kelebeklerin uçtuğu sonsuz kırlar dolusu çiçekler ve yanından akan yemyeşil bir dere. Tüm bunların ortasında ise ağılı olan kocaman bir ev! Te’ye bu rüyamı her sabah anlatırım, o da başımı okşar ve başındaki kelebeği benim başıma takardı. “Söz ver,” derdim, “beni seviyorsan söz ver, beni oraya götüreceksin!” Dünyada bu kadar saf güzellikte bir yerin kalmamış olabileceğini hiç mi hiç düşünmezdim. “Orada,” derdi gökyüzünü göstererek, “benim geldiğim yerde akşamları periler dolanır; çimenlerin üzerinde uyur insanlar ve gizlice kıkırdarlar.” “Neye kıkırdarlar?” “Hayallere ve hayaller kuran küçüklere.”

Onun dünyasından dinlediğim masallarla mest olur, geceleri daha güzel rüyalar ve hayaller kurardım, bir annenin kucağındayken ve bir babanın dizindeyken dinlediklerim. Bu masal dolu hayatımın son bulması, Te’nin gökyüzünden düşüşü ya da bir trenin eski bir garın yanından umarsızca geçişi kadar hızlı oldu. Te bir sabaha karşı yanıma geldiğinde her zamanki gibi boynuna atlayıp sarıldım. Bir garipti. Omzumda hissettiğim sıcaklıktan dolayı ağladığını düşünmüştüm ama gözünden akan yaş değil burnundan akan kandı. Konuşmadan arkasını dönüp yattı. Ona zarar verebilecekleri düşüncesi beni deli ediyordu. Bağırmaya ve ağlamaya başladım. Beni susturdu ve öpüp yanına yatırdı. Sabah olunca da bana ve tüm insanoğluna sövmeye başladı.

Te de her yeni doğan bebek ya da her gökten düşen insan gibi biraz zaman geçtikten sonra anladı dünyanın ne olduğunu ve Atlas’ın laneti gibi tüm yükü sırtında taşımaya başladı. O gecenin ertesinde sürekli hayıflanmaya ve düşünceli görünmeye başlamıştı. Sanki omzunda onu durmadan ısıran bir böcek varmış gibi eliyle tenini kazıyor, bazen anlamsız laflar ediyordu. Kaşlarını çatarak sokakta insanları izliyor, kuşlara bağırıyordu.

“Zaman,” derdi, “ne çabuk geçen bir şeymiş burada. Kırık saatler tamir etmekten yaşayamaz olur insan. En sonunda sayılara takılır kalır. Kâğıt paralardan ev yapar da yıldızlarını kapatır. Sonra başka kimse görmesin diye tülden bir perde çeker gökyüzüne. Kimse duyup görmemeli, zamanın geçtiğini kimse bilmemeli.”

“Kimse bilmez olur mu?” diye çıkışmıştım ona, “Kocaman kuleler yaparlar sırf bir yelkovanla akrep için. Kiliselerde çanlar çalar, camilerde ezanlar okunur. Hepsinin belli bir saati vardır. Zamanın geçtiği her daim hatırlatılır.”

“Ama hepsi ne için? Söyle bana çocuğum, hepsi bu saatleri bilerek ne yapıyorlar? Onu durdurmaya çalışıyorlar mı, yoksa onu yenmeye? Hayır, hepsi yerinde sayıyor. Bozuk bir saat gibi bir ileri bir geri. Medeniyetler bir kurulur bir yok olur. Krallar, diktatörler bir gelir bir gider. Elde geriye ne kalır? Hüzün ve angarya. Hüzün dolu insanlar ve onların yarattığı bu içler acısı angarya. Kaybettiğim iddia neydi bilmek ister misin? Söyleyeyim.

Zamanı durdurabileceğimi ve ölümsüz olabileceğimi iddia ediyordum. Hala bunu savunmuyor değilim, yalnızca biraz tökezledim o kadar. Tökezledim ve yıldız tozuna bulanarak düşüverdim.”

“Nasıl yapacaksın bunu?”

“Her gün yapıyorum, sadece siz insanlar anlamıyorsunuz! Hayatınız böyle geçiyor, bir şeyleri anlamamakla! Oysa çok bildiğinizi sanarak kitaplar yazarsınız, tanrılar yaratırsınız. Üstüne bir de savaşlar çıkarırsınız. Sırf zaman daha hızlı geçsin diye! Ölmekle ne alıp veremediğiniz var, anlamam. Ondan korkar ama ona ulaşmak için çırpınıp durursunuz.”

Te gökyüzündeyken çok kitap okuduğunu söyledi. Ama düştükten sonra hiç fırsatı olmamış. Ona kütüphaneden kitap getirmeye çalıştım ama çirkinliğimden dolayı beni almadılar. Ben de bir kitapçıya girdiğim gibi bir kitap çalıp çıktım. Te bana kızdı, ama mutlu olduğunu anlıyordum, çünkü ellerinin arasında tuttuğu kitap şans eseri bir destandı. Ben okumayı bilmem. Ama Te’nin sesi çok güzeldir. İnsanoğlunun ve tanrıların tanıklık ettiği antik bir savaştı bu, Te’nin karşı çıktığı her şeyi barındırıyordu ama bir yandan ulaşmaya çalıştığı şey de tam olarak bu kitapta anlatılan ölümsüzlüktü. Gözlerindeki kararsızlık ellerine ve tüm bedenine yansıyordu. Kitabı kaldırıp attı ve bir daha yüzüne bakmadı. “Benim ulaşacağım ölümsüzlük tanrıların vahşi ölümsüzlüğü olmayacak, benimkisi tekrar gökyüzünde yerimi almak olacak. Peri olup akşamları dolaşmak ve çimlerde yatıp insanoğluna kıkırdamak olacak.”

“Neden kıkırdayacaksın insanoğluna?”

“Bu kadar çabuk kendilerini kandırdıkları ve bu kadar çabuk buna inandıkları için.”

“Neye?”

“Ölümsüz olduklarına.”

“Ama bu senin isteğin değil mi?”

“Beni dinlemiyor musun sen? Bir daha anlatmayacağım.” Ve bir daha anlatmadı. Ama konuşmayı kesmeden önce şu sözleri söyledi. “Ölümsüz olmak ve gerçekten ölümsüz olmak arasında fark vardır. Yaşamak ve gerçekten yaşamak arasında fark olduğu gibi.”

Bir akşamüstü güneş henüz tepedeyken omzuma dokundu kiraz rengi dudaklarında büyük bir gülümsemeyle. “Kalk, gidiyoruz,” dedi. Nereye diye soramadan ekledi, “benim topraklarıma, gökyüzüne.” Heyecanla zıplayarak uyandım, boynuna atıldım. Beni artık kaldıramayacak kadar ağırlaştığımı söyledi. Gitmeden önce Te’nin getirdiği bir kova suda yıkanıp temizlendim. Yeni yıkanmış kıyafetlerimi giydim. Sokakta yokuş aşağı koşarken nasıl sevinçliydim! Bir araba durdu önümüzde, bindik. Te arabaları da sevmezdi, yüzünde hoşnutsuz bir ifade vardı. Yıldızlarda araba yokmuş, herkes at üstünde gidermiş. Şoförümüzle hiç konuşmadı. Birkaç saat araba sürdükten sonra yeşil bir çayır belirdi önümüzde. Daha araba durmadan arabanın kapısını açtım ve koşmaya başladım. Nasıl mutluydum, anlatamam. Gerçek çiçekler üzerinde uçuşan gerçek kelebekler ve onların üzerinde uçuşan ben… İleride gördüğüm bir çiftliğe doğru koştum. Pembe perdeleri kurdelelerle pencerelerin kenarına bağlanmış bir evdi; beyaz tahtalı, cilalı döşemeli, tavan lambalı. Te’nin gelip gelmediğini anlamak için arkama bakındım. Orada, tepenin üzerinde gördüm onu. Arkasından batan güneşe doğru kollarını açmıştı. Yüzü görülmüyordu ama ayaklarının altından havalandığını görebiliyordum. Bir daha baktığımda artık orada değildi. Uzaklardan bir tren düdüğü duyuldu ama görünürde kimsecikler yoktu.

Te geldiğinde bir ilkbahardı. Gidişi ise sonbahara denk geliyordu. Geldiğinde portakal rengi olan saçları şimdi ağaçların yaprakları gibi sararmıştı. O gün canım istediği kadar hoplayıp zıpladım, dere boyunca koştum ve ayaklarımı ıslattım. Yazın kuruttuğu toprakların yeşil çimenler olduğunu hayal etmek o kadar zor değildi benim için, asfalttan daha kolaydı üstelik. Güneş battıktan sonra Te’yi gördüğüm tepeye çıktım. Oradaydı ama artık yanımda değildi. Orada, kollarını açıp ölümsüzlüğe ulaştığını görmüştüm bu yüzden artık bedeninin yerde yatıyor olması beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Çünkü başarmıştı, zamanı durdurabilmeyi başarmıştı. Küçük bir çocuğun hayallerine bakıp kıkırdamıştı ve onları gerçeğe dönüştürmüştü. Benim için ve onun için zaman gerçekten durmuştu. Burada, bu kurak çayırlıkta dökülen bir çiftlik evinin önünde her şey zamanın çok ötesinde ve çok gerisindeydi; burada zaman denen bir şey yoktu. Ne savaş, ne tanrı, ne insan vardı. Sadece Te ve ben vardık. Gözleri yıldızlara bakıyordu. O gün yıldızların bu kadar parlak ve bu kadar fazla olabileceklerini ilk defa gördüm. En parlak yıldızı buldum. İşte, orada!

Te’ye el salladım. Uzun kirpikleriyle ve her zamanki çekiciliğiyle göz kırptı bana. Aşağıda kalan bedeninin burnundan akan kanı parmağımla sildim. Dudaklarıma sürerek onun gibi kırmızıya boyadım. Orada kendime ve gökyüzündeki en parlak yıldıza söz verdim ki, gerçekten ölümsüz olmak ve gerçekten yaşamak en büyük hedefim olacaktı ve ben de bir gün Te gibi, gökyüzüne taşınacak ve oradan hayal kurmakta olan sokak çocuklarına kıkırdayarak elimi uzatacaktım.