sinir harbi

her gün aynı terane.  sayısız organizmanın dahil olduğu telaşe. yaşamla tanışma bitip de yüz göz olma başladıkça hoşgörüsü yüzüne gözüne yapış yapış, kopkoyu bir balgam gibi sıvanan medeniyet mahlukatı. hararetli biçimde birbirlerine ne anlatıyor? çaldıkları boyalarla – simgeledikleri her neyse artık – kaplı yüz derilerinin altında anlaşılmaya muhtaç kılcallar ve her biri bir diğerinin psikoloğu olmaya oynuyor. vizite ücretlerinin bira, kahve ve türevlerinden oluştuğu psikotik mizansenler, verilen ve alınan akıllar, başka şeyler. “o da bir şey mi –” diye başlayan her tümce, sahibinin ne kadar  “daha” olduğunu ispat edebilmek üzere türüyor.

kesilesi dudak çevrelerine nüfuz etmiş “bir halt ediyor olmanın hakları”. birbirlerine çarpıyor, çarpıyor durmuyorlar.  belermiş gözlerini iyice aralayarak daha ağızlarından süzülen salyaları toparlamadan shakespeare’den bahsetmeye başlıyorlar, yine de yine de memelerinin açık seçik ihtişamını ısrarla örtbas edebilmek için çırpınıyor işte bir tanesi tam ortada. dillere pelesenk feminist söylevleri savuşturmayı başardığımda kadından önce insan olduğundan utanan birini görüyorum karşımda.

ve fakat her nevi cinsel aktiviteyle hemhal olmaya dünden razı olan ben, – kısaca kim – bu akşam burada olmayı dilemedim, hele ki tanrıça olduğunu iddia ederek karşıma çıkan kadınların diri memelerini göremeyeceksem ve o memelerin ağızda bıraktığı tadı bir an olsun düşleyemeyeceksem iki kere dilemedim.

eğer bu gece daha az beklediğim gibi gitseydi ve biraz olsun kuvvetli bir anımsama gücüne sahip olsaydım, sahip olduğum tüm vakti akşam ezanını müteakip kurulan bir lağım kenarı sofrasında – hele ki kanımdaki libido seviyesi eş zamanlı bir artış gösteriyorsa – ekseriyetle otuz bire kadar sayabilen adamlarla sait faik’in adalardaki ikametinin tercihi bir inzivanın mı yoksa bir yalnızlığın mı zorunlu getirisi olduğuna dair benzeri cürmünden geniş konuları itinayla sorgulayarak ve aralarında fütürizme gönül vermiş olanlarla o an bahsi geçen konunun gelecek nesillere yansıtabileceği pozitif / negatif etkilerden konuşarak harcayacaktım.  herkes kendisinin ne denli boş bir insan olmadığını ve titrinde başı çekmesini istediği yönüne has deneyimlerle yoğrulduğunu ispat ettiğinden emin olunca nihayet hiçbir sonuca varılamayışın peşi sıra evlere dağılınacak, yalnız kalınıp da hakiki boşluk hissiyatının ana kucağını aratmayan pençeleri zayıf karakterleri yeniden sarmalamaya başladığında geriye dönerek hoşnut nidalar atılacak ve kısa süreli bir endorfin salınımıyla gün, rastgele canlıların olmayan hayat enerjisini de emerek bir kez daha sonlanmış olacaktı.

  • öze

çoğunluğun böceklerden ve birbirini böcek olarak görenlerden oluştuğu bir platformda nasırlı ayak olabilmek için götünü yırtanları anlamaya çaba gösterecek vaktim yok. uzun zamandır neye vaktim olup olmadığı hakkında ise birtakım gelgitlerim var.  uyumlu olmaya uyum sağlamak için yaptığım hamleler asıl karakterimden devasa birer parça koparıyorken sakin kalabilmek için yırtınan genlerim yıllardır komada olan ve ölümü beklenen birinin cenazesi gibi pek de heyecan verici olmayan bir sonlanma halinin hırpalanmaktan tadı kaçan tatminsizliğiyle kavruluyor.

  • oradan

yanımdaki adam buranın malı değil. ona nereli olduğu sorulduğunda sakince ensesini kaşır, sigarasından alelade bir nefes çektikten sonra en yakınında bulunan küllüğün iç kısmına götürür ve hafifçe döndürdükten sonra konuyu değiştirmek için alakasız bir şey söyler. ütüsüz siyah tişörtünde iyice belirginleşen sarımtırak köpek tüyleri, saatler önce uyanmayı gereken unutkan sesinden birkaç dalga boyunu ödünç almış gibi. girizgahından hemen önce kısa bir öksürüğe gereksinim duyulan konular – hangi başlık altında olursa olsun – gırtlağımın öznesi o, ola ki kesersem kandan önce o akar. bana verdiği bir nevi yaşama gücü için ona büyük bir teşekkür borçlu olmalıyım – yaşadığını hissettirmemek için bendini dumanla görünmez kılmayı denese zaman zaman.

bir yaz gecesi rüyası’nın kurbağalıdere’deki mayıs izdüşümünden o da yeterince sıkılmış olacak ki, bir kahve teklif ediyor. ezkaza onu insülin batağından çekip çıkaralı beş dakika bile olmamışken, nörolojik fonksiyonlarını yitirmesine yol açan bir nöbeti andıran hareketlerini izliyorum. yıllar sonra aramızdaki ilişkinin türüne binaen bir teori geliştirmek isterse ilişki terapistleri, birbirlerini ilaç değil hastalıkdaş  sayan iki intihar düşkünü olarak anılmamızda hiçbir sakınca yok.

shakespeare’in anlattığı aşkların yeryüzünde bir karşılığı varsa can bulmuş hali o, doğru yanlış terazisinin adaletin ve suçun birbirine karıştığı yer onun kasıkları. solu ağzımdan boş ağzına uzanan inleyişleri ve bir dağın zirvesinden milyonlarca kilometre uzaktaki bir yatakta kokusuyla ayak bileklerimi karıncalandıran,  dalaverelerimi mest eden, kinime diz çöktüren bir “şey”.

uyuduğumuz yatakta iliğimden çekilen aidiyetsizlik, farkındalık ya da psikoloji ilminin hastalık diye tabir etmekte beis görmediği bütün duygu durumları
arka odadan elinde viskiyle çıkagelen uyuşturulma bağımlısı
yatağına cesedimle geliyorum
üzerimde uçuşsan sineklerle
vajinal mantar, anal fissür, aidsle meidsle
kurtarmayı ve kurtarılmayı reddeden fani kahraman
olur da bir gün elimdeki bıçak sana dönerse
önce kendimi kurtarırım bu hayattan

 

  • size

sabaha karşı

karşı camda açan renkler. sıvılar sıvıları çağırdı. çamur; ağzımı araladığımda dışarı feveran eden bozuk ve yalnız tat. geçmişin başucuma bıraktığı hediye, lime lime etmek istediğim dilim ve duvardan duvara vurarak kırmak istediğim kemiklerim; diğer yanımda tek kullanımlık nem maskesi ve engelli çocuklar vakfı yararına satılan organik ayva reçeli. “yaşam seviciliği” gündelik hayatta kendine tedx konuşmalarından yüzlerce dolarlık sertifika programlarına uzanan bir yelpazede kayda değer bir yer edinebiliyorken ölü seviciliğini savunan yargıların ve inanç sistemlerinin açıkça hor görülüyor olması insanlığın başlı başına enteresan yaklaşımlarla bezeli bir inkar yapıtı oluşunun seçilmiş kanıtlarından.

 

kinle var olmayı seçtiğimden beri teker teker çekmek istediğim tırnaklarınızı, acıya dayanaksız kaygan göz bebeklerinizi, gırtlaklarınızdan şelale gibi fışkıracak kanın dişlerimden boğazıma süzülüşünü düşlerken hazdan titreyen parmaklarım ve suratımın ortasına tiz bir nefes verişle oturan gülümseme, beni yürüyen bir suç duyurusuna benzetiyor. öznelleştirdiğim kini dışarıya taşırmamak için gösterdiğim her çaba, habis bir tümör gibi içimi tüketiyor. söylemlerim ulaşılabilir çevremi endişeye düşürebilir, fakat sağlıklı bir yaşam için mutluluğun bulaşıcı gücü yerine nefretin bulaşıcı gücü kamu spotlarında görülmeye başlandığında masum kalan arkadaşlarıma bir kez sarılacağım.

 

ne de olsa insanlık, etik ve ahlaki değerlerle bu denli sarıp sarmalanmış olmasaydı
cinayet işleme eylemi bugün sanat literatüründe olabilirdi.