Ben, insan. Âdem’le Havva’nın hatasının sonucuyum. Kim bilir belki de dünyaya reva görülmüş bir cezayım. “Dünya ise bir gölgelik.” derler. Öncesinde yorulmuşlar için soluklanmak, sonradan yorulacaklar için bir bardak soğuk su içmek yeri. Fakat dünya, yalnızca güzel ve zenginler için gölgeliktir. Kâinatın türlü musibetinden, aşağılanmadan, parasızlıktan, savaştan muhafaza eden kudretli bir şemsiyedir.  Çirkin ve fakirlerse bizzat cehennemi yaşar dünyada. Onları koruyacak hiçbir şemsiye yoktur tabiatta. Ayçiçekleri onlara dönmez, karanfiller onlara kokmaz ve yağmur onlar için romantik bir mesele değildir. Çünkü dedim ya şemsiyeleri yoktur. Kış kelimesi onlara beyazı ve zarafeti değil soğuğu ve doğal gaz faturasını hatırlatır. Bu; övülmüş, çiçekli bahçeler, şelaleler, envaı çeşit leziz yemeğin olduğu büyülü yer yalnız onlar için lanetlidir.

Ben, insan. Günahkârların torunu. Benim üzerimdeki lanetse korku. Gölgelikteki çiçeklere aldanmak, yağmurların romantik gelmesi, dünyanın sadece kısa metrajlı bir film olduğunu unutmak ve en dehşeti de yaptığım hataları âdemoğlu kimliğime iliştirme gafletine düşmek korkusu benliğimi sarmalamış durumda. Ve aşk tüm tutkusu ve beklenmezliğiyle karşıma çıktığında-insanoğlu için en ağlanacak haldir- ağlamak istiyorum. Çünkü dünyada değil de bir başkasının gözlerinde kaybolduğumda bu köhne yer bana cenneti anımsatacak, siyah bana yeşil gibi görünecek. Dünya körü olacağım o an çünkü gerçek dünya artık onun gözbebeklerinde olacak. “Bir çift ‘mahsus mahal’ içre bir çift hilal gibi gözlerin” dizelerini okuyacağım onun için.

Bu yüzden aşk tenha bir ara sokakta yolumu kesmesin istiyorum ki önümü görebileyim. Hayat ipinde bir cambaz titizliğinde yürüyebileyim. Yürüyorum; menzil, kitaplardan ezberimde ve bitiş çizgisini görerek yürüyorum. Fakat insanım, tüm hatalar bana mahsus. Çizgiyi görmeme rağmen o yasak meyvenin tadına bakmak istiyorum. O tepeye de çıkmak, türkü söylemek istiyorum. Bir gün daha uyanmak istiyorum çocukluğumdaki gibi o sofada. Annemin sucuklu yumurtasından yemek istiyorum keyifle. O kadar çabuk varmak istemiyorum ve kafamı arkaya çeviriyorum. Gözlerim bir el arabası arayışına giriyor, ardımdaki bir yığın hatırayı bana şefaat edeceklermişçesine yanımda götürmek isterken. Bana eşlik edecek tek şeyin hatalarım ve çıplak ayaklarım olduğunu anlayınca mahzunlaşıyorum. İçimdeki kan pompalayan yaşam kaynağımın bile baki olmaması; evrende, bir karıncadan bile tesirsiz olduğumu hatırlatıyor. Çocukken itina ederdim karıncaların yuvalarını bozmamaya. Fakat ne zaman evin içinde görsem öldürme ihtiyacı duyardım. Peki, ben hangi eve girdim ve kimden kaçıyorum?

Ben, insan. İçimdeki yaşama arzusu, hep doğruyu yapma arzusundan keskin. Ben yalanım, ben dolanım, her şiirin içinde, her destanın ve her ibretlik kıssanın içerisinde capcanlıyım. Hırslarım bin yıl önce de aynıydı, kibrimse atalarımdan bana yadigar. Tabiatta hep kavgacıydım ve beni bir hayvandan ayıran tek ince çizgi aklımdı. Beni şeytandan ayıran çizgi cisimlerimizden başka ne diye düşünüp duruyorum. En manidar ortak noktamızın ise ikimizin de kovulmuş olması olduğu kesin. Ancak ben, cennetten düşmekten sonraki on binlerce yılın ardından ilk defa hiçbir çıkar hayali içerisinde olmadan doğru yapmak istiyorum. Doğru olduğu için doğru yapmak, omuzlarımda yanlışın zerresini taşımamak düşündeyim. Gölgeliğin öncesinde de sonrasında yorulmayacak kadar çok doğru yapmak istiyorum ki ip ayaklarımı kesmesin, renkler beni ürkütmesin ve aşkla yaşayıp aşkla ölecek kadar cesur olayım. İşte o zaman dünyanın tüm güzelliği sağ elimde, tüm zenginliği de sol elimde olacak ve şemsiyeyi yok edeceğim.

 

Betül Gök