Dünyanın literatüründe bazı sebepler vardır. Bu sebepler ya var olduklarını belli etmek için ya da var olmanın var olmamakla olan edepsiz ve sebepsiz sürtünmesini duvarlara kazımak için bazı önlemler alırlar. Mesela sizin bazı kuralları yalamanızı isterler. Bir kedi misali kaplanlaşmanızı ya da bir zürafa misali fareye dönüşmenizi buyururlar.  Her ne kadar niyetiniz padişah olmak olsa da ortada bir ferman olmadığı için yalamazsınız kuralları. Onun yerine pencereleri açarsınız.

Lakin bilirsiniz medreselerde kulaklık satılmaz. Yine de bir umut açarsınız çarşafları. Bakarsınız etrafınıza. Gelene, gidip geçene, kalıp durana, uçup ağlayana ve tabii ki yırtıp kusana. Sonra birileri çıkar karşınıza. Olması gerektiği gibi. Olması zorunlu olduğundan değil.

***

Çıkan kişilerin adı vardır. Ünü, lakabı, gırtlağı ve hatta zenci gırtlağı.  Ama size sadece adlarını söylerler. Bu duraktakinin adı da Nazlı.  Nazlı, dünyanın en halısal şairi. En bakışsal peteği ve en doğrusal x ekseni. Bir de insan dediğimiz varlığın tür olarak noksan kaldığını biliyor. Evet, bu bir marifet. O da farkında. Ama farkında olmasına rağmen kendini herhangi bir türün içine sokuyor.  Mesela genelde üzerine oduncu gömleği geçiriyor. Tabii ona göre bunun asıl sebebi Arabistan‘a olan sevgisi. Ki o ne derse desin dünyanın bütün ayrıştırıcıları, bunun kopyala yapıştır serüveninden kopan bir çamaşır sepeti olduğunu biliyor. O yüzden kendisine noksanlıktan haberi olan bir doksan diyebiliriz. Sonra “Dış görünüşüne fazla önem vermiyorum.” diyor. Ama vermek istiyor. Bu sebepten saçını açık bıraktığı halde kulakları delik. Ve uzun küpeler taktığı halde boynu kısa…

Bir de kendisinin rahminde kist var ama çok küçük. Doktorlar bir gün yok olup gideceğini söylüyorlar. O da sırf bu doktorlar yüzünden Starbucks’a gidemiyor. Çünkü ne zaman gitse oradaki kahvelerin adlarını görüyor. Doktorların da onun kistinden bahsederken bu kelimelerin benzerini kullandığı hatırlıyor. Söyleyemediği ve ne anlama geldiğini bilmediğini kelimeler.

Ona kistinin büyüyüp kanser olma olasılığını hatırlatıyor. Belki bu olasılık çok düşük ama içindeki ağaçların kesilmesine engel olamıyor. Ve istiyor çamaşır sepetlerini. Aynı zamanda isyan etmeyi ve kuru pastaları. Ama maalesef hamur yapmayı bilmiyor. Ki önünde bir şişe var. Sözde su şişesi. Fakat gerçekte fare zehri. Ve bu durum herhangi bir hamurun sertleşmesine olanak sağlayan anlaşmalardan farksız.

Hazır hamurdan bahsetmişken çok fazla parasının olmadığını da söylemeliyiz. Kimler söylemeli? Ya da kaç tane el şu an bu satırlarda bilmiyorum. Ayrıca hamurun parayla bağlantısını da bilmiyorum. Neden bilmediğimi de bilmiyorum. Murat Boz hayranı olan insanların sayısını, bir lensin ortalama fiyatını ve belinize taktığınız kemerin -eğer taktıysanız- bedenini de bilmiyorum. Ama Nazlı’nın fazla parası yok ve o fakir. İşte bunu biliyorum.

Bu yüzden görüp de alamadığı şeylerin sayısı görüp de aldığı şeylerin sayısından fazla. Canının istediği durağa hiç uğramıyor bile. Arkadaşları onun yerine uğruyor. Bir yerlere gittikleri zaman arkadaşları ödüyor yemek parasını ya da başka bir şeyi. Bu sebepten, dışarı az çıkıyor.

***

Bir gün yine arkadaşları ikna ediyor. Gelsin azıcık gülüp eğlensin diye. O da geçiriyor oduncu gömleğini üstüne. Adımlarının ritmini arkadaşlarının adımlarının ritmine tutturuyor. Aynı anda ve aynı sayıda. Yaşlı kadınların pepe şapkası taktığı bir mekân buluyorlar. Mekânın tam da ortasına koyulmuş yuvarlak bir masaya beş kişi tırnak gibi diziliyor. Sonra tabii başlıyor kahkahalar, çığlıklar, atılan bacaklarda sallanan çizmeler… Nazlı mı? İşte o da ara sıra uyuyor. İçiyor çayını. Bir bardak, iki bardak, üç bardak derken mesanesi Halil Sezaiyi’nin sesini duyuyor. Hem de sokaktakilerden. Ağlayan ya da vücutlarındaki tokaları koparan mendil satıcılarından. Hep beraber ona “ÇİŞİN GELİYOR” diye bağırıyorlar. Peki Nazlı onları duyuyor mu? E mecburen canım. Yoksa altına edecek.

Peri kızı arkadaşlarına peri kızı gibi gülüp “Tuvalete gitmeliyim.” diyor. Kalkıyor yerinden ama kalkarken bacakları masaya çarpıyor. Masadaki bardaklar ve onların içindeki çaylar ufak bir kriz geçiriyor. Sonra da cansız varlıklar âleminde yaşadıklarını hatırlıyorlar ve kriz dediğimiz şeyin imkansız olduğunu fark ediyorlar. Ardından da hatırlamak eyleminin sadece insanlığa mahsus bir kitap kapağı olduğunu görüp, Peri kızlarının bakışlarıyla yumuşuyorlar. Ve tabii ki Peri kızları narin, ince, zarif… Ter kokusunu görmemiş, kusmuk poşetleri çöpe boşaltmamış insanlar… Mecburen gülümseyecekler bizim çaylara ve bardaklara.

Nazlı da kalkıyor yerinden. Yürümeye başlıyor. Hela yolu hac yolu gibidir derler. Gerçekten de öyle kutsal ve rahatlatıcı ama Nazlınınki öyle olmuyor işte. Yolun sonunda tabii ki kapı var. Hayır, kapı kötü yollara açılmıyor. Kapı sadece kilitli. Açamayan Nazlı değil. O zaman kilitli olduğunu mu nerden biliyor?

Çünkü…

Çünkü önünde bir adam var.  Ve ayağıyla kapıyı tekmeliyor. Yani kapı kilitli değilse adam neden tekmelesin ki? Nazlı bir süre bakıyor adama. Sonra dayanamayıp ona:

-Ne yapıyorsunuz?

-Kapı kilitli. Açmaya çalışıyorum.

-Çilingir çağırın o zaman. Ya da yedek anahtar falan yok mu?

-Ben çilingirim zaten.

-Nasıl yani? Çilingirsiniz ve kapıyı bu şekilde mi açıyorsunuz?

-Evet.

-Ama nasıl ya?

-Böyle tekmeliyorum işte.

-Peki kapı ne zamana açılır?

-Bilmiyorum. Ama bana yardımcı olursanız işim daha da kolaylaşabilir.

-Yardım mı?

-Evet, ne olur kapıya tekme atın.

-Ne olur mu?

-Yalvarıyormuşum gibi oldu değil mi? Evet, yalvarıyorum çünkü.

-Kapıya tekme atayım diye mi?

-Evet, ne olur?

-Bir şey olmaz. Sadece mantıksız geliyor. Ayrıca sanırım tuvalet ihtiyacınız var. Eğer böyle bir durum varsa bakın erkekler tuvaleti şurada.

-Tuvalet ihtiyacı mı? Size çilingirim dedim ya. Ayrıca yüz yıllık çişi bu kadar nazikleştirmeye gerek var mı?

-Çiş yüz yıllık bir kelime değil.

-Yüz yıllık olan çiş kelimesi değil zaten. Çişin varoluşu.

-İlk insanların çiş yaptığını nereden biliyorsunuz ki?

-Waffle yemediklerini biliyorum ama.

-Waffle iğrenç bir şey zaten. De ne alaka?

-Waffle yiğidin ekmeğidir çünkü.

-Waffle ekmek değil. Ayrıca o sözün doğrusu: “Umut fakirin ekmeğidir”.

-İşte ilk insanlar da fakir. Yoksa niye hayvan avlayıp bitki toplasınlar? Neden paraları Leyla’ ya -basmıyorlar? Ayrıca bütün hamur işiler ekmektir.

-Kim demiş?

-Cani Karatay.

-Çok fazla Zahide Yetiş izliyorsunuz anlaşılan.”

-O çocuk doğurmadı mı ya?

-Bakın, ne yapmaya çalıştığınızı anlamıyorum.

-Ama anlamaya da çalışmıyorsunuz. Söylediğim her lafa aynı derece de cevap veriyorsunuz.

-Şimdi de eleştiri zamanı mı?

-İlkokuldayken okuma zamanı diye bir ders vardı değil mi?

-Evet, ama benim okulum kalırdı o uygulamayı sonradan.

-Neden acaba ya? Hiç merak etmediniz mi?

-Aslında çok merak ettim. Gidip okulun müdürüyle boks yapmayı falan da düşündüm.

-Şiddete gerek yok ki. Gidip sorabilirdiniz. İnanmıyorum. Yoksa siz boks yapmayı biliyor musunuz?

-Neden bilemeyeyim?

-Oduncu gömleği yüzünden.

-Boks yaparken oduncu gömleği giymiyorum ki.

-Ondan demedim ya. Yani eğer oduncu gömleği giyiyorsanız oduna merakınız var demektir. Ama siz odunu değil kum torbasını yumrukluyorsunuz. Sevmediğiniz bir şeyle iş yapmak ne bileyim kötü değil mi ya?

-Yani bunu sizin söylemeniz biraz tuhaf. Çünkü işinizi sevseydiniz kapıya tekme atmazdınız.

-Tamam, neyse bakın bana yardım eder misiniz lütfen. Eğer ederseniz size para veririm. Yüz lira.

-Yüz lira?

-Evet.

Nazlı bir süre düşünüyor ve kendi kendine artık arkadaşlarından borç almaması gerektiğini, bugünkü masrafı kendisi ödese vicdanının nasıl rahat edebileceğini hayal ediyor. Kabul ediyor teklifi. Adamla beraber tekmeliyorlar kapıyı. Çişinin geldiğini de unutuveriyor.

Bir yarım saat sonra falan kapı açılıyor. Kırılıyor daha doğrusu. Kızcağız ne olduğunu anlayamadan arkalarından steteskoplu, beyaz önlüklü doktorlar koşarak onların yanına geliyorlar.

Kız şaşırıyor adam ise gururlu. Karnı guruldayacak kadar değil sadece bere takacak kadar. Sonra kız elektriklerin gitmesini bekliyor. Ve tıp kitaplarına adı geçiyor. Her şeyin nedeni açıklanıyor.

 

***

Bu tekmeledikleri kapıda bir hareket sensörü varmış. Yani hareketin şiddetinin değerini ölçen bir makine. Ve hesapladığı şey de bir bebeğin annesinin karnındayken vurabileceği en yüksek dereceymiş. Bu yüksek derece de tahmin edersiniz ki kapının kırılması. Kısacası vurulma derecesine göre ayağın hızına bakıp bebeğin hayati fonksiyonlarını değerlendireceklermiş. Ona göre de önlem alacaklarmış işte. Ve bir annenin rahminin kalınlığı bir kapının kalınlığıyla eşit seviyedeymiş. Kapının ardından birinin kapıyı tekmelemesi bir bebeğin annesinin karnını tekmelemesiyle aynı fonksiyonları gösteriyormuş. Doktorlar adam arıyorlarmış zaten. E tabii ne olduğu belli olmayan bir deney olduğu için işin içine bayağı yüksek bir meblağ koymuşlar. Pepe şapkalı kadınların mekânını seçmelerinin nedeni de yaptıkları işten devletin haberi olmamasıymış. Bu yüzden çok da dikkat çekmeyen bir mekân bulmuşlar. Bizim adamın da tefeciye borcu varmış. Bu akşama kadar ödemesi gerekiyormuş. Bilirsiniz stres insana her şeyi yaptırır. Ki azıcık saçmalama bütün streslerin unutulmasını sağlar. Daha da fazlası aşırı dozda cips yeme etkisi ve duvarlara ütü basma seanslarının artmasına neden olur. İşte bizim adamında etkisinde kaldığı durum tam olarak böyle.

Bu işten haberi olunca koşmuş. Yapması gerekenin sadece kapıyı kırana kadar tekme atmak olduğunu öğrenince sevinmiş ama denemiş, denemiş kapıyı kıramamış. Sonra işte bizim kızı görmüş, ondan yardım istemiş. Ama tabii parayı söyleyememiş. Çünkü söylerse kız da üzerine konabilir diye… Ama her şey ortaya çıkınca mecburen paranın bir kısmını alması gerektiğini söylemişler. Ama bizim kız…

Yine fakir yine intihara düşkün ve yine ağlamaklı.