Kemik dergisi 2003 Temmuz sayısını okurken gelmişti o gece. Hafif bir yağmur yağmıştı gelmeden önce ve ben dergimi zar zor yağmurdan koruyabilmiştim. Geldiğinde saçları hafif ıslak ve biraz gergindi. Konuşmaya çalışıyor ama kelimeler boğazına düğümleniyordu, bu her halinden belliydi. Bir süre sonra ince bir gece esintisiyle birlikte başladı konuşmaya;
“Senin için ta anasının amı kadar yol yürüdüm. Bütün gece bu sikik dergiyi mi okuyacaksın ?”
“Bülent Üstün o dönemde iyiymiş, keşke hala devam etse bu hikâyelerine.”
“Ben ayrılmak istiyorum.”
“Ben de bir Harley Davidson istiyorum!”
“Taşak geçmenin sırası değil. Dayanamıyorum artık umursamazlığına. Senin için okulumu bırakmayı göze aldım ben geri zekâlı. Evlenelim, kaçalım dedin buralardan. Düşünmeden evet dedim sana. Güvendim, her şeyden ve herkesten kaçarak sığınabileceğim tek liman olarak seni gördüm. Ama sen ne yapıyorsun? Dergi okuyorsun.”
Başımı bir an dergiden kaldırdım. Ağaçlara baktım. Rüzgârda yaprakların dans edişlerini izledim. O an bir yaprak olmak istedim, son baharda ağacını terk edip özgürlüğüne doğru süzülen bir yaprak olmayı. Kurumuştum artık. Ceketimin iç cebinden dedemden kalma mataramı çıkardım. Bir gece önceden kalan şaraptan alabildiği kadarını mataraya koymuştum evden çıkmadan. Geri kalanı da fondip. Matarayı önce ona uzattım. Aldı.
Önce mavi t-shirtünün dışarıya çıkmış parçasıyla ağzını temizledi. Daha önce bunu yaptığını görmemiştim ve o an anladım ki bir şeyler ters gidiyordu. Bir yudum aldı, yüzü ekşidi, şarap sevmediğini biliyordum. Bir süre karşıya baktı ve bir dikişte tüm matarayı fondipledi. Şarabın bir kısmı esmer teninde süzülmekteydi.
“Şarap sevmediğimi bilmiyor musun hala? Ya da kalın kafana girmiyor mu? Ayrıca mataraya viski konur geri zekâlı kimse söylemedi mi bunu sana?”
Yüzüne baktım. O an romantik bir şeyler söyleyeceğimi ya da ondan yaptıklarım için özür dileyeceğimi sandı;
“Viskinin de senin de amına koyayım!” dedim sadece tüm kinimi dışa vurarak.
Lafımı bitirdiğim an çeneme sert bir kroşe yemem bir oldu. Arkadaşlarından bazıları boks ile uğraşıyordu, belli ki ona da bir iki numara öğretmişler. Yumruğu yedikten sonra her zamanki piç sırıtışımı yapıp doğruldum. Dergim yere düşmüş ve bir kısmı da yerdeki küçük su birikintilerine denk geldiği için ıslanmıştı. T-shirtümün alt kısmıyla derginin ıslanmış kısmına baskı yaptım fazla suyu emsin diye, pek bir işe yaramadı. Sinirli bir şekilde ona döndüm;
“Her kimsen, önce sevdiğim kadını aldın. Şimdi de en sevdiğim derginin zorlukla bulduğum nadir bir sayısına zarar verdin. Siktir git. Senin sikik yüzünü görmektense kurumuş yaprakları izlerim daha iyi. En azından onlar bir zamanlar âşık olduğum kadının adının hakkını veriyorlar.
En az yarım saat konuşmadan sadece yerdeki kurumuş yapraklara baktı. Bir sigara yaktım. Ona da uzattım. Normalde sarı filtre sevmezdi ama yaktı. İkimiz de sanki büyük ve yıkım dolu bir savaştan çıkmış iki yaralı er gibi sadece savrulan kurumuş yapraklara bakarak sigaralarımızı içtik.
“Madem konuşmayacaksın, neden çağırdın beni buraya bu saatte? O kadar yolu oturup boş boş bakmak için gelmedim. Ve üstelik deli gibi de ıslandım.”
“Sevdiğim kadını ele geçiren orospuya onu rahat bırakmasını söylemek için çağırdım seni buraya. Ve söyledim de, onu rahat bırak! Verdiğim sözleri senin için tutmak zorunda değilim. Ben o sözleri ona verdim sana değil.”
Hafiften gözleri doldu. O an aklından geçenleri söylemek istedi belki de ya da o mizanseni yaratmak için yüzüme anlamlı bakmaya çalıştı. Sigarasından son bir nefes daha alıp dergimin düştüğü su birikintisine bıraktı. Derin bir ah çekip konuşmaya başladı;
“Peki, ne yapacağız şimdi ?”
“Hiçbir şey. Çakırkeyfim ve açlıktan midem yanıyor, gidip kokoreç yiyeceğiz sonra da siktir olup evlerimize gideceğiz. Onun içinden çıkana kadar da görüşmeyeceğiz.”
O yaz Ankara fazla sıcak değildi ve yine bir Temmuz olmasına rağmen fazla yağmur yağmıştı. En nefret ettiğim kişinin bana hediye ettiği zippoyu hala taşıdığımı da hiç bir zaman öğrenemedi.
Ve kokoreç kuzu etinden değildi.