Akşamdan kalmanın tadı ağzımda yine dans ediyordu. Böyle bir sabaha uyanmak, hayatımdaki en zevkli olay. Okulu bitirip işe başladığım zaman bekar evime aldığım ilk ve en sevdiğim eşyam üzerinde uyandığım L koltuğuma bir bakındım, akşam kör kütük sarhoş olup bir yerlerine kusmuş muyum diye. Koltuk temizdi. Tek sıkıntı ayakkabılarımı çıkarmadan buraya kadar gelmişim. Tavandaki sonsuz beyazlığa bakıp birkaç dakika akşam neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. En son yanımda bir kız olduğunu hatırladım. Kimdi acaba? En önemlisi de şu an neredeydi? Koltuktan aşağı ayağımı sarkıtıp ayakkabılarımı ve çoraplarımı soydum. Hemen ardından bir serinlik hissettim. Bence ayaklarımızın soğuğu çeken bir özelliği var. Kendim hariç ayakları üşümeyen başka hiçbir insan görmedim. Herkes, her zaman, her koşulda, her ortamda mutlaka ayaklarının üşüdüğünü söyler. Hatta kimileri abartır, yazın bile bu abartı cümleyi kurar ‘’Ayaklarım çok soğuk’’ ya da ‘’Ayaklarım çok üşüdü’’ diye. Acaba akşamki kız kimdi? En önemlisi onun da ayakları üşüyor muydu? Karnıma bıçak saplanır gibi bir acı girmişti. Ama esas acının mesanemden çıktığını tuvalete koşarken anladım. Dakikalarca işemek dün geceye dair hafızamı biraz daha yeniledi. Elimi yüzümü yıkayıp biraz kendime geldiğimde artık her şeyi berrak bir şekilde hatırlıyordum. Akşamki kızın evine gitmiştik. Biraz daha alkol ve ot içmiştik, ardından da sevişmiştik. Sonra o, uykusu gelip uyumuştu. Beni uyku tutmamış, sonra da dolaptan bir bira daha alıp oradan sessizce çıkıp biraz yürüdükten sonra bir seyyar kokoreççiye denk gelmiştim. Bir yarım ve bir çeyreğin ardından elimdeki biramı içe içe sahile inmiştim. Sahilde biraz yalnız kaldıktan sonra da taksiye binip eve gelmiştim. Sonra dolaptan bir bira daha alıp L koltuğuma yığılıp boş boş televizyona bakarak son biramı da içip sızmıştım. Ama akşamki kız kimdi? En önemlisi de o da benim gibi şu an uyanıp kendine gelmiş midir? Soyunup dökünüp duş aldım, sonra kahvaltıyı dışarda yapmaya karar verdim. Güneşli ve ılık havaya sahip bu pazar gününü evde oturarak geçirmek tabiata aykırı bence. Soyduğum kıyafetleri kirli sepetine atarken içlerini kontrol ediyordum. Kargo pantolonumun ceplerinden cüzdanımı ve sigaramı çıkarırken sol diz cebinden bir zarf çıktı. İşte! Düne dair hatırlamadığım bir şey daha diye aklımdan geçti. Belki de bu bilmediğim bir zarftı ve ondan hafızam da yeri yoktu. Zarfın üzerindeki yazıdan içinde ne olduğunu daha da merak ettim. Ama üstelemedim. Deli kızın oyunlarından biridir bence. Ezgi’den Tarık’a sevgilerle yazıyordu. Gülerek zarfı katlayıp cebime koydum. Peki dün akşamki kız kimdi? En önemlisi de biz şimdi neyiz? Kafamda sorular ile evden çıktım. İki sokak arkadaki pastaneye vardım. Dükkânın önündeki açık alanda küçük taburelere akbaba gibi tünemiş bir adam oturmuş iştahlı bir şekilde kürt böreği yiyordu. O kadar çok canım çekti ki, artık benim için zaman durdu ve aklımda kürt böreği yemekten başka bir şey kalmadı. Tezgâha yaklaşıp kafasında bonesi ve eldivenleri ile ne istediğimi sadece gözleri ile soran kendi yaşlarımdaki adama elimle kürt böreğini gösterip ‘’–bir buçuk porsiyon’’ dedim. Böreği üstü çiçek desenli büyükçe bir yağlı kâğıda paketledi. Küçük küçük torbalanmış şekilde pudra şekerinden de beş paket poşetin içine attı. Elimde poşet ile pastaneden çıktım. Hızlı adımlarla sahile doğru yürüdüm. Biraz uzak kaçıyordu sahil ama güneşin tadını iyice çıkarmak istiyordum. Yürürken cebimden bir sigara çıkarıp yaktım. Uzak ya da yakın bir yere yürürken mutlaka bir sigara yakma isteği oluşurdu içimde. Sahile yaklaşınca kafelerden birine girip orta boy, sade filtre kahve aldım. Henüz kahvaltımı etmemişken bile keyfim yerine gelmişti. Sahildeki banklardan birine oturdum. Börekleri açtım, plastik çatalı ben de pastaneci de unutmuştuk. Neyse ki peçete çok vardı. Elimle yemek her zaman hoşuma gitse de ahlaksız bir şey yapıyormuşum gibi çekinirdim ama mecburdum artık. Paket pudra şekerlerinden dört tanesini böreklerin üzerine döktüm ve kahvemden bir yudum almadan bir buçuk böreği yedim. Geriye kalan tek pudra şekeri paketini atmak içimden gelmedi ve cebime koyup eve götürmeye karar verdim. Çöplerimi toplayıp attıktan sonra, ılıklaşmış kahvemden büyükçe bir yudum alıp bir sigara yaktım. Denizin sonsuzluğuna dalıp içli içli sigaramı tüttürüp kahvemi yudumlarken aklıma belediyenin sahilde kiraladığı bisikletlerden bir tane alıp birkaç saat gezmek geldi. Sahil boyunca Viranşehir’den Mezitli’ye kadar yavaş yavaş gitme kararı aldım. Günün güzelliğinin azizliğine kapılıp acele ile evden çıkarken güneş gözlüğümü unuttuğumu fark ettim ve kendime okkalı bir küfür ettim. Bir sigara daha yaktım. Birden aklıma sabah cebimde bulduğum zarf geldi. Acele bir hareketle cebimden çıkarıp üzerini bir daha okudum. Ezgi’den Tarık’a sevgilerle yazıyordu. Zarfı açıp içine bakmak yerine Ezgi’yi düşündüm. İş yerindeki en samimi arkadaşlarımdan biriydi Ezgi. Hoş, çekici, tatlı ve güzellik skalasında iyi yere sahip bir kızdı Ezgi. Bana karşı her zaman iyi ve sevecen olmuştur. Yakın arkadaş olmamıza rağmen özel hayatlarımız hakkında pek bir şey bilmiyorduk ve hiç konuşmadık da. Acaba zarfın amacı sürpriz bir ilanı aşk mı? Anlık bir kasılma geldi üstüme ve anında buna son verip içimden kendimi nimetten saydığım için kendi kendimle dalga geçtim. Merakımı gidermek için zarfı açtım. Dörde katlanmış standart boyutlarda bir kâğıt çıktı içinden. Sayfanın yarısını doldurmuş el yazısını hemen tanıdım. Ezginin kendi el yazısıydı bu ve şöyle başlıyordu.
‘’Sevgili Tarık,
Sen benim hayatımda güvenebileceğim tek insansın. Hatta hayatımda senden başka kimse de yok desek yeridir. Şimdi içinden pis pis denize düşen yılana sarılır diyorsundur kesin, tanıyorum seni. Abim yüzünden başım haddinden fazla belaya girdi. Şu an hastanede ve ona nakil olacak bir kalp bekliyoruz. Şimdilik durumu iyi ama kısa bir süre sonra yatağa düşüp ardından da ölecek. Bir gün daha detaylı anlatırım her şeyi. Senden benim için küçük bir şey yapmanı isteyeceğim. Polisler tarafından takip ediliyorum ve kendim gidemediğim için en altta yazan adrese gidip, oradan sana verilecek zarfı alıp önümüzdeki hafta iş yerine getirir misin? Bunu yapmazsan anlarım. Abimin hayatı buna bağlı olmasaydı, senden asla böyle bir şeyi istemezdim. Yaptığın ya da yapmadığın her şey için şimdiden çok teşekkür ederim.
Ezgi ‘’
Okuduktan sonra çok gizli bir hükümet sırrını saklıyormuş gibi kâğıdı zarfa geri tıkıştırıp hepsini birden cebime soktum. Bir sigara daha yaktım. Kahvemin yarısı olduğu gibi duruyordu ve buz gibi olmuştu. Aldırmadan bir dikişte hepsini içtim. Çünkü yutkunamamıştım. Kafamdaki sorular artık bir dağın boyunu aşmıştı ve en tepesinden aşağı kafa üstü düşmek üzereydim. Ezgi’yi neden polisler takip ediyordu? Abisi organ nakli olacaktı ve neden başı bu denli belaya girmişti? Her şeyi açık açık anlatmasını beklerdim ondan. Sigaramı söndürüp telefonuma davrandım. Ezginin telefonu kapalıydı, telesekreter malum cümlesine giriş yapmıştı. Sinyal sesinden sonra ‘’-beni acil ara’’ demekten başka bir şey aklıma gelmedi. Evini bilmiyordum. Ama en önemlisi ne yapacağımı da bilmiyordum. Ezgi’yi çok severim, başına bir iş gelsin istemem, üzülmesini de istemem. Banktan kalkıp dalgın dalgın eve doğru yürümeye başladım. İçimden bir ses dışarının benim için güvenli olmadığını fısıldıyordu bana. Belki de abartıyordum, bilemem. Zarftaki adres Tarsus’u tarif ediyor. Doğma büyüme buralıyım ama hiç Tarsus’a gitmedim. Saat daha çok erken. Buradan istasyona, oradan da ilk tren ile Tarsus’a gider gelirim aslında. Ne olacak sanki, arkadaşıma yardımcı olmuş olurum. Dediği gibi bu kadar önemli olmazsa neden beni karıştırsın bu işe. Hem belki de zarf abisinin kalp nakli için önemli bir şeydir. Bir canı kurtarmış da olurum. Bu ikilem ve tedirginlik beni bitirecek. Sahil yolunun diğer tarafındaki tekel büfeye yürüyüp soğuk bir birayı hızlı hızlı içmeyi istedim. Bir şeyi istersem olana kadar peşini bırakmam ben, mecbur gideceğim artık şartlandım çünkü. Büfeye doğru giderken arkamdan şehrin bütün gürültüsünü bastıran bir motosiklet sesi kulağıma ilişti. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Neden bu kadar ses çıkarır ki şu Allah’ın belaları. Motorun uğursuz ve yüksek sesi şuan kulağımın dibinde bir nefes kadar yakın bana. Yanımda duran motorun üstündeki siyah koruma kıyafetli ve kasklı sürücü bana eldivenli eli ile ‘’gel’’ işareti yaptı. Sanki yıllardır tanıyor gibi yanına gittim. Ben bir şey diyemeden ceketinin üst sol cebinden küçük bir kâğıt çıkarıp bana verdi. Ardından ceketini hafifçe yukarı doğru sıyırıp tabancasını gösterdi. Kaskın içinden bana bakan gözleri silahtan daha tehlikeliydi. Ölümü, yaşayan her canlının kafasına zorla kazıyan kahverengi gözler, beni silahtan daha çok korkutmuştu. Daha sonra bir şey demeden ve başka bir harekette bulunmadan, altındaki motorunu acı acı bağırtarak hızla oradan uzaklaştı. Motorcunun bana verdiği kâğıdı açtım içinde kırmızı mürekkep ve büyük harflerle ‘’- SEN HİÇBİR ŞEYSİN TARIK’’ yazıyordu. Böyle göndermeli bir tehdit almak bunca endişe ve korkunun arasında gururumu da okşamıştı. Bacaklarım titredi. Birkaç yıl önce üniversiteden mezun olmuş, ayda yedi bin lira maaş artı mesai ile çalışan sıradan bir makine mühendisiyim ben. Hayatımda bu kadar aksiyon birden bire nasıl oluşuverdi. Büfeye ne ara vardığımı fark etmedim. Kendimi birden bira dolabının önünde buldum. 33’lük bir birayı hemen açıp bir dikişte bitirdim. Büfenin sahibi kasanın arkasından şaşkın bir şekilde beni izliyordu. İkinci birayı da aldıktan sonra parayı ödeyip kapının önüne çıktım. Onu da orada bir dikişte bitirip boş kutuyu asla yapmayacağım şekilde kenardaki çimenlerin üzerine attım. Sanıyorum günlük suç işleme hakkımı doldurdum. Kimdi bu gizemli motorcu ve neden beni tehdit etmişti? Tarsus’a gitme fikri kafama iyice yerleşti artık. Sahil yolunun bir üst caddesine GMK (Gazi Mustafa Kemal) bulvarına çıktım. Yoldan geçen dolmuşların tabelalarını okuyordum, istasyona giden hangisi ise onu durduracaktım. Korkuyordum, fakat neler döndüğünü de merak ediyordum. Bence her şeyin cevabı Ezgi’ de idi. Ama her şeyden çok dün gece evinde kaldığım kızın da kim olduğunu hala deliler gibi merak ediyorum. Sahi kimdi o kız? Ve başıma birden bu kadar bela açılmasına rağmen neden hala onu düşünüyordum. Güzel kızdı, saatlerce sevişip ot içmiştik. Neredeyse hiç konuşmamıştık. Yılmaz Güney filmlerinde ki pamuk tarlaları gibi vücudu vardı. Düşlerim gibi bembeyazdı. Bir sigara yaktım. Yarısına gelmemiştim ki uzaktan gelen koyu maviye yakın rengi olan dolmuşun üstünde istasyon yazısını gördüm. Hemen elimi kaldırıp durdum. Dolmuşa binince boş yer olmamasını yadırgamadım. Kushimoto sokağına kadar ayakta gittikten sonra dolmuşun boşalmasıyla şoförün yanında ki koltuğa oturdum. Oturur oturmaz sabahtan beri yaşadıklarımın etkisi ile de olacak yorulduğumu fark ettim. Bacaklarım biraz titriyordu hala. Son durağa kadar olan yolculuğumda olayların ve sabah yaşadıklarımı düşündüm. En çok da Ezgi’yi düşündüm. Ne oldu da polislerin onu takip edeceği kadar başı belaya girmişti. Dolmuştan inince ara sokağa girdim. Emniyet Müdürlüğünün önünden geçerken gördüğüm polisler korkumu daha da tetikledi. Kilisenin köşesindeki tantunicinin önünden Şehir Kütüphanesine doğru dönünce biraz duruldum. İstasyon ile karşı karşıya olan kütüphanenin önündeyken trenin düdüğünü duydum. Hızlıca x-ray cihazından geçip vezneye gittim, bileti gidiş dönüş aldım. Trenin hala beş dakikası var. Bileti gidiş dönüş almak bir şeyleri garanti etme hissi veriyordu insana. Ben garantici bir insan olmadım hiçbir zaman. Gideceği yönün tersine bakan tekli bir koltuğa oturdum. Bütün yaşlılar doğru yöne bakan koltukları doldurmuşlardı. Yirmi beş dakikalık bir tren yolculuğu beni günlerce sürecek bir yolculuk havasına sokmuştu. Bana göre trenlerin büyüsüydü bu. Üç dakika var trenin kalkmasına, bir sigara içilirdi. Yol boyunca hiçbir şeyi düşünmeden telefonumla oyalandım. Tarsus’a varınca istasyonun ön kapısından dışarı çıktım. Mersin’den Adana’ya giderken sadece çevre yolunu gördüğüm, ülkenin en büyük ilçesine hayli yabancıydım. İstasyondan dışarı çıkınca merkezi bir yerde olduğunuzun farkına varıyorsunuz. Zarftaki adresi telefondan haritalara girdim. Navigasyon açıldı ve üç dakika yürüme mesafesinde olduğunu gösteriyordu. Buna hiç sevinmedim. Çünkü gittiğim yer hakkında hiçbir şey bilmiyordum ve düşünecek fazla vaktim olmayacaktı. Ama yine de bu işin üzerine gideceğime karar vermiştim. Fakat motorlu eleman ile yaşadığım kısa aksiyondan sonra her türlü sürprize açık olmalıydım. Portakal büyüklüğünde meyvelere sahip olan turunç ağaçları ile kaplı caddede yürümeye başladım. Bir sigara yaktım. Etrafıma bakınarak yürümeye devam ettim. İlk trafik ışıklarına varınca navigasyondaki sesi tatlı kadın sağa dönmemi rica etti. Dar bir caddede otuz saniye yürüdükten sonra yolun karşısındaki ara sokağa girmem gerektiği aynı hanımefendi tarafından rica edildi. Şehrin göbeğindeki devasa bir apartmanın altında küçücük bir berber dükkânın önüne vardığımda telefonumdaki hanımefendi hedefime ulaştığımı söyledi. Doğru yere geldiğimden bir türlü emin olamıyordum. Gizli bir yer veya bir ev bekliyordum. Şehrin çarşısının hemen arka sokağındaki berber dükkânı beni muallakta bıraktı. Şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken berberden genç bir çocuk çıkıp bana seslendi.
‘’- Buyur bilader, bir yeri mi arıyorsun sen?’’
Cevap verip vermemek arasında kısa bir süre gittim geldim. En sonunda direk derdimi anlatmaya karar verdim. Bu yalnız başıma gösterdiğim çabadan sıkılmış olmalıyım sanırım. Cebimden önce zarfı sonra da içinden kâğıdı çıkarıp sadece adresin yazılı olduğu kısmı göstererek:
‘’- Evet, bu adresi arıyorum ben’’ dedim.
‘’-Bulmuşsun o zaman adresi kardeş. Benim dükkânın adresi bu.’’ Diyerek bir eliyle de berberi gösterdi.
Normalde her zaman birden fazla insanın olduğu diğer berber dükkanlarının aksine burada bir tek dükkanın sahibi vardı. Rahat rahat her şeyi anlattım. Ezgi’yi nereden tanıdığımı, mektubunu, mektupta yazdıklarını hatta gizemli motorcuyu dahi anlattım. Karşımdaki adam hemen hemen benim yaşlarımdaydı en fazla benden bir ya da iki yaş küçük olduğunu varsayıyorum. Anlattıklarımı gayet olumlu ve yardımcı olacağını belli eden bir bakışla karşıladı. Sakalsız yüzünü kaşıyarak lafa girdi:
‘’- Ezgi, amcamın kızı. Bu belaların hepsini o piç kurusu abisi açtı kızın başına. Merak etme, seni buraya ne için gönderdiğini biliyorum, emaneti bende. Dükkânda başına bir şey gelir diye eve sakladım. Sen de daha fazla burada kalma. Etrafı kolaçan ettim, şimdilik kimse yok ama geçen hafta Ezgi buraya gelip gittiğinden beri siviller dükkânı da takip eder oldu. Sen şimdi bana numaranı ver, bir yere git bekle beni. Ben seni ararım. Yanına gelip emaneti getiririm, en fazla yarım saate ulaşırım sana.’’ dedi.
‘’- Peki o zaman ‘’ deyip numaramı verdim ve geldiğim yoldan istasyona doğru hızlıca yürümeye başladım. Bir sigara yaktım. Boş paketi attım bir kenara, suç işlemeye devam ediyordum. Aynı trafik ışıklarının oradan geri dönerken bir bakkal çıktı karşıma, bir paket sigara aldım. Henüz hiçbir fikrimin olmadığı bu olayların içerisinde kim ne söylerse hiç ayak diretmeden kabul etmeme şaşırmıyordum artık. Bir işin içine girmiştim. Hakkında pek bir şey bilmediğim, sevdiğim bir arkadaşım için girmiştim bu işlere. İstasyona varınca sol tarafında kocaman bir ocak başı restoran gördüm. Kapıdan içeri girince iç salonunun birkaç yerinde ‘’sigara içilmez’’ tabelaları direk göze çarpıyordu. Fakat tam trenlerin geçtiği ve durduğu peronların dibinde sayılacak şekilde bir terası vardı. Terasın peronlardan yana olan kısmında bu şehirden daha yaşlı olduğu belli olan çınar ağacının altındaki masaya oturdum. Sıcak bir sonbahar havası vardı. Kış hiç gelmeyecekmiş hissini veriyordu. Orta yaşlı, üzerinde beyaz gömlek, siyah kumaş pantolon ve sivri burunlu kundurası olan, işini hayli ciddiye alan garson siparişimi almak için masama geldi. Otuz beşlik rakı ve biraz süzme yoğurt, biraz meyve ve bir bardak acılı şalgam sipariş ettim. Bir sigara yaktım. Neşeli bir şarkının giriş melodisini andıran tren düdüğü çalındı kulağıma. Eski tip lokomotifin çektiği sonu gelmeyen bir yük treniydi. Kırka yakın vagon ağır aksak önümden geçti. En son ki vagon geçerken lokomotifin sesi baya azalmıştı artık. İnsan hayatı da böyleydi, Yaşın geçtikçe çocukluğunun sesi uzaklaşır, aynı neşeli tren düdüğünü anımsayamaz olursun. Son vagon da uzaklaşınca komple unutmuşsundur. Yine de bazı önemli anlar vardır ki çocukluğumuza dair, kırk değil bin vagon da geçse asla unutmazsın. Rahmetli babamın evde olmadığı zamanları asla unutmam ben. Çünkü babam işe, kahveye ya da meyhaneye gittiği zamanlarda kimse annemi kemerle öldüresiye dövmezdi. Babam öldükten sonra evimizi satıp anneme kendi köyünde, dayımların yanında bahçeli bir ev yaptırdık. Şimdi orada ağaçları, çiçekleri ve tavuklarıyla huzur dolu yaşıyor mutlu mesut. Göresim geldi annemi, artık önümüzdeki hafta sonu yanına gitme mecburiyetim doğdu. Derin düşüncelere dalmışken garson siparişlerimi getirdi. Rakımı doldurmak istedi. İzin vermedim. Utanırım ben birisinin bana hizmet etmesinden. Masadan ayrılırken başka bir isteğimin olup olmadığını sordu. Teşekkür ettikten sonra ayrıldı masadan. Bir sigara yaktım. Susuz rakımdan büyükçe bir yudum aldım, ardından ufak bir yudum da şalgamdan. Sakinleşmiştim artık. Hele bir de şu ilk dubleyi bitireyim keyfim yerine bile gelirdi. İkinci dublemi doldururken telefonum çaldı. Ezgi’nin berber kuzeni arıyordu. Yerimi söyledim ve hemen kapattı. Telefon kapandıktan sonra adamın adını sormadığımı fark ettim. Gelince ilk işim adını sormak olacaktı. Berber telefon görüşmesinden on dakika sonra garsonla beraber masama geldi. Tekrar selamlaştıktan sonra konuşmaya başladık.
‘’- Ne içersin ?’’
‘’-Alkol almayayım ben, geri dükkâna gideceğim. Gelen gidene ayıp olur’’ dedikten sonra masanın başında bekleyen garsona dönüp çay istedi.
Garson gittikten sonra cebinden eskiden vergi iadesi fişi toplamak için kullanılan zarfları andıran büyük, sarı bir zarf çıkardı. Bana uzattı. Kendisine sormadan zarfın içine baktım. Yüklü miktarda para vardı. Sonra ben de zarfı kendi cebime hızlıca koydum. Ardından lafa kendisi girecek oldu ki ben engelledim ve sorumu sordum.
‘’- Kardeşim kusura bakma adını sormadım ben senin’’
‘’- Emre benim adım.’’
‘’- Memnun oldum kardeşim ‘’
‘’- Bende öyle. İki yüz elli bin lira var zarfta. Ezgi ailesinden kalma evini sattı. Evi alan adam parayı bir hafta sonra getirecekmiş. Ezgi de bana teslim etmesini söylemiş. Bana da senin gelip alacağını söyledi.’’
‘’- Abisinin kalp nakli için mi sattı evi? ‘’
‘’- Öyle ama abisi pek uğruna ev satılacak bir adam değil. Uyuşturucudan hırsızlığa kadar her yol var şerefsizde. Doğuştan kalbinde rahatsızlık da varmış bunun yıllarca her boku içe içe kalbini iyice bitirmiş. Nakil şart demiş doktorlar. Çoktandır da yeni kalp bekliyorlarmış zaten. Benim de yeni haberim oldu. Amcam öldükten sonra bağlarımız koptu bizim, fazla görüşemez olmuştuk.’’
Son söylediklerinin içinde gereksiz bir mahcupluk saklıydı ama aldırış etmedim.
‘’Anneleri nerede peki ?’’
‘’Yengem amcamdan daha evvel öldü. Tuncay’da yani Ezginin abisinde ki rahatsızlık onda da vardı. Ezgi daha beş veya altı yaşındaydı. Ani kalp krizi ile öldü yengem.’’
‘’- Ezgi ile iki yıldır beraber çalışıyoruz. Bu kadar zorlu yaşamına rağmen, zeki ve başarılı, geleceği çok iyi bir insan. Çok da samimi arkadaşlarız fakat bana hiç sıkıntılarından ve ailesinden bahsetmedi. Ki hoş bende hiç sormadım.’’
‘’-Doğrudur.’’
‘’- Peki polislerle neden başı belada? Neden gelip parasını kendi almadı da benden istedi? Ayrıca kendisine ulaşamıyorum da.’’
‘’- Ezgi abisinin kalp naklini yasa dışı yaptırıyor çünkü, normal yollardan olursa çok uzun süre bekleyebilirlermiş ve bizim piç geberebilirmiş. Kardeş işte, ne olursa olsun atılmıyor. Kızcağız onu yaşatmak için her işe kalkışıyor. ‘’
‘’- Anladım, polisler de organ mafyasının peşinde olduğu için Ezgiyi ve görüştüğü insanları takip ediyor. Dün gece hayli içmişim ve biraz da karıştırmışım. Ezgi’nin zarfı bana ne zaman verdiğini hatırlamıyorum.’’
Lafımı bitirir bitirmez karşımdaki alaycı bir gülümsemeyle baktı bana. Şaşırdığımı görünce gülerek anlatmaya başladı.
‘’Ezgi değil, zarfı sana biz verdik. Geçen hafta bu geldiğinde polisler kendisini takip ediyordu. Bu notu benim berberde yazıverdi. Sonra senin adını sanını da söyledi bana. Buraya bir daha gelirse yakalanacağını biliyordu. Şu an kaçak durumda, parayı senden nasıl alacak orasını bilmiyorum. Demek ki sen akşam bizim çocukların dediği kadar sarhoştun ha? ‘’
‘’- Sizin çocuklar ?’’
‘’- Polisler beni de takip ediyor ama sadece şüpheli konumundayım. Sırf Ezgi dükkanıma gelip benimle görüştü diye. O yüzden senin yanına kendim gelemedim. Mersin’de tanıdık bir iki arkadaşa seni söyledim. Zarfı da onlara kardeşimle gönderdim. Sonra senin dün gece barın birinde yanında bir kızla takıldığını söylediler. Ortam baya da kalabalıkmış, yanına kadar sokulup zarfı cebine sıkıştırmışlar. Sonrası malum işte sen buradasın.’’
‘’- Bu kadar olay gerçekten sadece Tuncay’ın kalp nakli için yapılıyor değil mi? Yani işin içinde başka bir iş yok değil mi ?’’
‘’- Hayır, tabi ki benim işim gücüm çolum çocuğum var. Neden kendimi riske atayım? Bana kalsa Tuncay iti için kılımı kıpırdatmam ama Ezgi’nin hatırı büyük, onun için yaptım bu kadar alengirli işi. ‘’
‘’- İyi madem, bakalım ben parayı Ezgiye nasıl ulaştıracağım?’’
‘-’İşin orası bende de yok, kendisi halledeceğini söyledi.’’
Kısa bir süre karşılıklı sessizce oturduktan sonra Emre müsaade istedi. Vedalaşıp gitti. Yine tek başıma kalmıştım. Olayların birçoğu açığa çıkmış biraz da olsa içim rahatlamıştı. Artık kafamda dün gece ve bugüne dair iki bilinmezlik kalmıştı. Birincisi malum motorcu, ikincisi ay parçası kadar beyaz tenli olan kim olduğunu bilmediğim dün geceki kız. Zarfı bana getiren çocuklar da barda onu yanımda görmüşler. Demek ki orada tanıştık. Ama geceyi nasıl onun evinde bitirdik ve ne konuştuk o kısmı hatırlamam lazım. Bir sigara yaktım. Son dublemi içerken telefonumdan tren saatlerine baktım. Saat 17:55’ti ve gece 00:00 a kadar tren vardı. Bu biraz içimi rahatlattı. Son dublem de bitince hesabı kasada ödeyip Mersin’e gidecek olan trenin duracağı peronda bekledim. Bir sigara yaktım. Sigaram bitince 18:50 trenine bindim. Hafiften çakır keyiftim. Trende biraz gözlerimi dinlendirdim. Dün geceden bu yana yaşadığım olayların getirdiği yoğun duygu değişimleri, zihinsel yorgunluğumu iyice attırmıştı. Alkol bir nebze de olsa dinlendiriyordu. Gözlerimin dinlenmesi olayına dolmuşta da devam ettim. Artık ne kadar abarttıysam uykumu almış gibiydim. Duraktan eve doğru yürürken köşedeki büfeden iki cila birası aldım. Eve girince hızlıca soyundum, ılık bir duş aldım. Banyodan sonra L koltuğuma yayılıp boş boş televizyona bakarak soğuk biramı yudumlamaya başladım. Bütün günü defalarca kafamda özet geçmekten kendimi alamıyordum. Bir sigara yaktım. Bütün akşamı ve geceyi L koltuğumda düşünerek geçirdim. Sabah işe gideceğim gerçeği aklıma gelince alarmı kurup uyudum. Her gün olduğu gibi yine alarmdan on dakika önce kendi kendime uyandım. Çocukluğumdan beri üzerime yapışan bir lanet az uyumak. Her sabahki işe gitme rutinimi tekrarladım. Dün üzerimde olan ince hırkamı giyindim. Kapıdan çıkmadan önce Emre’den aldığım para zarfı aklıma geldi. Cebimi kontrol ettim. Hala oradaydı. Belki Ezgi benden bugün alırdı. Bir an evvel zarfı ona verip bu işten ve bana yüklediği bu yükten kurtulmak istiyordum. Servisi kaçırmamak için kapının önüne her gün ki gibi beş dakika erken çıktım yine. Bir sigara yaktım. Bitince servis geldi. Minibüste diğer çalışanların kimileri ya hala uyuyordu ya da uyanamamış boş boş etraflarına bakıyordu. Binerken sessiz bir tonla ve el kaldırarak günaydın deyip boş koltuklardan birine oturdum. Sabah haberlerini veren radyo açıktı yine. Yolu izleye izleye haberleri dinledim. Ülkede ki siyasetin ve ekonominin ölüm haberlerinden başka bir şey yoktu bu sabah da. Ofisteki masamda şahsi eşyalarım için kilitli bir çekmece vardı. İş yerine varır varmaz ilk işim zarfı oraya koymaktı. Çünkü fabrika içinde gezerken düşürebilirdim ya da zarfın başına bir iş gelebilirdi. Böyle durumlardaki bu sıkıntılı bekleyiş beni her zaman tedirgin eder. Ezgi ne zaman bana ulaşıp emanetini alacak acaba? Polisler peşinde ise işe de gelmemiştir kesin. Acaba hafta sonu fabrikaya gelip sormuşlar mıdır? Kesin takip ediliyordur buralarda. İş hakkında da olsa hiç kimse ile konuşmak gelmiyor içimden. Her sabah olduğu gibi, bu sabah da servisten iner inmez yemekhaneye gidip çay almadım. Herkes oradadır şimdi. Ofiste kimse yoktur, zarfı rahat saklarım. Değerli bir eşyam olmadığı için çekmeceyi asla kilitlemem. Zaten anahtarını da hep üstünde bırakırım. Tahmin ettiğim gibi ofiste kimse yoktu. Zarfı çekmeceye atıp iki defa kilitledim. Anahtarı çıkarırken yere düşürdüm. Eğilip alacağım sırada masamın alt tarafına yapıştırılmış bir kâğıt buldum. Dün yaşadıklarımdan sonra bu tip bir olayın artık beni heyecanlandırmadığını fark ettim. Elimdeki küçücük bir çöpü yere atınca adam öldürmüş gibi suçluluk duyan ben, iki gündür yasa dışı bir işin içinde kilit adam olarak dolanıp duruyorum. ‘’Kilit adam’’ sevdim bu lafı. Kâğıda zarar vermemeye çalışarak yavaş yavaş masanın altından bantlarını söktüm. Küçük kâğıdın üzerinde yine Ezgi’nin el yazısı ile ‘’ Öğleden sonra saat iki de Buğday kafede buluşalım’’ yazıyordu. Ezgi’nin gerçekten ne denli zeki bir insan olduğunu bir kere daha fark ettim. Buraya ne zaman ve nereden girdi de bu notu bana bıraktı acaba? Buğday Kafe’yi ikimiz de sosyal medyadan keşfetmiştik. Güzel yemekleri ve tatlıları olan salaş bir mekandı. Eski tip ev eşyaları ile dizayn edilmiş iç dekoru insanın içinde sıcak bir his uyandırıyordu. Ama en önemlisi de benim evime çok yakındı. Zarfı evde bırakmış olma ihtimalime karşılık orayı seçmişti Ezgi. Gerçekten akıllı bir insan, biraz zor ama umarım başı dertten kurtulur. Müdürden öğleden sonrası için izin almam gerekiyor şimdi. Bu kadın kadar yönetici egosu tavan yapmış başka bir insan yoktur bu dünyada. Şimdi yarım gün izin için bin dereden su getirttirir. İnsanlar neden yaşam biçimleri, konumları ve en önemlisi de hayatlarında tanıdıkları değişince kendileri de değişiyor ki? Üryan geldim üryan giderim mantığını kavramak ne kadar zor olabilir. Doğarken neyse insan ölürken de o olmalı. Öğlene kadar işime kendimi veremedim. Vakit de geçmek bilmedi. Öğle yemeği molasından yarım saat önce müdürün odasına gidip rica minnet izini kopardım. Herkesin yemeğe gitmesini bekledim. Ofiste yalnız kalınca zarfı çekmeceden alıp cebime yerleştirdim. Yine anahtarı üstünde bırakıp ofisten çıktım. Otobüs beklemekle uğraşmamaya karar verdim. Bir taksi çağırdım ve taksiyi beklemeye koyuldum. Bir sigara yaktım. Yarısına geldim ki taksi geldi. Şoförün yanına oturdum. Tek başına taksiye binen insanlar neden arkaya otururlar ki? Benim bir makam aracım ve şoförüm olsaydı bile, ben hep onun yanına otururdum. Fabrikadan kafeye kadar olan yolda buna benzer saçma ve gereksiz düşüncelerimi sırayla aklımdan geçirdim. Kafenin karşı caddesinde arabadan indim. Mekânı net görecek şekilde bir konuma yerleştim. Önünde farklı boylarda ağaçlar ve çalılar olması avantajdı benim için. Bir sigara yaktım. Dikkatlice izlemeye başladım. İzlerken bir yandan da paranoyak olduğumu düşündüm. Şu ana kadar değilsem bile şu an öyleydim sanırım. Değişik bir olay yoktu. Görebildiğim kadarı ile Ezgi daha gelmemişti. Sigaram bitince yürümeye başladım. Kafenin açık alanında ki en köşe masaya kapıyı görecek şekilde kuruldum. Genç garson kız masaya menüyü bırakıyordu ki, gerek olmadığını söyledim. Çok acıkmıştım ve ne yiyeceğime yoldayken karar vermiştim. Tavuk şinitzel ve kola söyledim. Bir saat erken gelmiştim. Bir sigara yaktım. Siparişim gelene kadar telefonumla oyalandım. Ama tedirgindim. Dün Ezgi’nin kuzeni ile görüşmem, ondan yüklü miktarda para almam , şu an o paranın üzerimde olması ve Ezgi ile buluşmak üzere burada oturup beklemem. Bunların hepsi bana çok fazla değilmiş gibi bir de dün ki motorlu eleman var başımda. Polisler takip etmemişse bile o kesin beni takip ediyordur. Belki de Ezgi’ye yardım etmemle bir alakası yoktur. Belki de beni başkası ile karıştırmıştır. Fakat bana adımın yazılı olduğu notu verdi ve yüzüme iyice bakarak silahını gösterip tehdit etti. Kimdi acaba o gizemli motorcu? Bu keşmekeşin içinde cumartesi gecesi takıldığım kızı unutur olmuştum. Bugün onu hiç düşünmedim. Sahi en azından onu bulabilsem keşke. Bu olanları anlatırdım ona, dertleşirdik. Birbirimizi daha çok tanırdık. En azından adını öğrenirdim. Acaba o benim adımı hatırlıyor mudur? O kadar düşünmeye dalmışım ki ne ara yemeğim geldi, ne ara yarısını yedim farkında değilim. Şinitzel kelimesinin ne dilde olduğunu düşünerek pamuk gibi lezzetli tavuğun ve yanındaki soğuk garnitürün geri kalanını mideye indirdim. Son olarak hiç dokunmadığım kolamı açıp soğuk olmasına rağmen genzimi yakmasına aldırış etmeden kafaya diktim. Aynı garson masayı toplamaya geldiğinde, bir de keyif çayı söyledim. Bir sigara yaktım. Çayla beraber elinde adisyon kâğıdı ile gelen kızı uzaktan görünce neden ben istemeden hesabı getirdiğini düşündüm. Çayı ve kâğıdı masaya bırakıp bir şey dememe fırsat vermeden hızla uzaklaştı. Adisyonda hesap yoktu. Ezginin el yazısı vardı ve ben artık bu oyundan sıkılmıştım. Kâğıtta ‘’-hesabı kasaya gidip öde, zarfı bırak ve emanetçim gelecek de. Başka da bir şey deme. Her şey için çok teşekkür ederim. Bu yaptığının karşılığını asla ödeyemem. İyi ki varsın. Belki görüşmek üzere’’ yazıyordu. İçimi bir sevinç kapladı. Kurtuluyorum artık bu lanet işten. Ezgi’nin son talimatlarını harfiyen uyguladım. Kasada ki orta yaşlı adam söylediklerime dair hiçbir şey demedi. Sadece gözlerini bir kere kırparak onayladı. Ezgi burayı da ayarlamış sanırım. Neyse ne artık bir arkadaş için olacağından fazlasını yaptım. Sakince eve doğru yürümeye koyuldum. Sokağa girince birden karşıma polis arabası çıktı. İçinden iki tane izbandut gibi polis inip sağlı sollu koluma girdiler. Biri hemen kelepçesini çıkarıp kollarımı arkadan kelepçeledi. Filmlerde bu durumda suçluyu yere yatırıp öyle kelepçeledikleri geldi aklıma. Ben hiç karşı koymadım, kaçmadım diye mi acaba ayakta takıverdiler kelepçeyi? Ne düşündüğümün bile farkında değildim şu an. Ve soru sorduklarında ne diyeceğimi nasıl bilebilirdim ki? Ekip otosu ile karakola doğru giderken kafama dank etti, neden karşı koymamıştım ya da kaçmamıştım ki? Araba farı görmüş kedi gibi kalakalmıştım öylece. Öndeki polislerden biri telefonundan hızlıca arama yaptı.
‘’-Selin Durak’ın şikâyet ettiği şahsı şu an aldık merkeze geliyoruz’’ dedi ve telefonu kapattı.
Selin Durak – Selin Durak –Selin Durak-Selin Durak
Selin benim kız arkadaşım, Selin benim pamuk tenli kız arkadaşım. Selin ile altı aydır çıkıyoruz biz. Pamuk beyazının üzerinde kırmızı ve mor lekeler var. Kan değil. Kemer izleri. Darp izleri. Cumartesi gecesi ben sarhoş olup kendimi kaybedince Selin’i dövdüm. Selin beni şikâyet etmiş. Ben babam oldum. Ben babam gibiyim. Ben hayatımdaki kadını hatta kadınları dövdüm. Unutmak istiyorum bunları, unutamıyorum. Yapmak istemiyorum, yapıyorum. Ben hastayım. Ezgi benim kız arkadaşım olsaydı Ezgi’yi de dövecektim. Ben Ezgi’ye vurmak istemiyorum.
‘’- Ben Ezgi’ye vurmak istemiyorum. Ben Ezgi’ye vurmak istemiyorum’’ diye defalarca avazım çıktığı kadar bağırıyordum ekip otosunun içinde. Bunun farkındaydım ama durduramıyordum. Yanımda ki genç polis memuru ne yapacağını şaşırmış bir bana bir diğer polis abilerine bakıyordu. Hareket edemiyordum sadece aynı cümleyi defalarca tekrarlayarak bağırıyordum. Önde ki polislerden biri arkaya bana doğru dönerek
‘’ – Sus lan eserekli orospu çocuğu’’ diye bağırdı. Sesini duyuyordum bağırmak istemiyordum ama babam benim içimdeydi. Babam kafamın içindeydi ve o bağırıyordu. Şu an Tarık Yazgı değildim. Onun babası, içip içip karısını ve çocuğunu döven Salih Yazgıydım ben. Bağıran o idi. Selin’i döven o idi. Önceki sevgilimi dövmeye kalkan o idi. ‘’Sus baba, sus bağırma!’’ Vücuduma babam tarafından el konuldu. Eğer Ezgi kız arkadaşım olsaydı babam onu da dövecekti. ‘’Ezgi’ye vurma baba, ben onun için suç bile işledim o benim arkadaşım Ezgiye vurma baba.’’ Babam durmaksızın bağırıyordu. Vücudumun içinde hapsolmuştum. Kendim gibi davranamıyordum. Bağırmak istemiyordum ama engel olamıyordum. Ekip otosunu sağa çektiler. Öndeki polis neredeyse tek hamle ile inip arka kapıdan geri bindi arabaya. Geniş ve uzun parmaklı eliyle bana tokat attı. Babama tokat attı. Babam hala susmuyordu. Şimdi de
‘’- Suzan’ın elleri kanlı’’ diye bağırmaya başladı. Annem suçsuz, annemin adını ağzına alma. En sonunda deneyimli polis beni döve döve bayılttı. Babamı bayılttı. Babam bağırmayı kesti. Gözlerim hala açık, ağzımda kan tadı var. Burnumdan ılık ılık kan ağzıma kadar akıyor. Merkeze vardık sanırım araba durdu. Arabadan iki kolumda polislerle indirilip binaya doğru yürürken, Selin ve ailesini gördüm. Onlarda beni gördü. Selin. Selin beni görünce yanındaki boydan boya siyah renkli motosiklet kıyafeti giymiş ve elinde siyah kask tutan abisine sarılıp ağladı. Bu defa onlara doğru bakıp avazım çıktığı kadar ben bağırdım:
‘’- Ben değildim babamdı. Her şeyi babam yaptı. Neden babamı öldürmedin? Neden sadece beni uyardın ve tehdit ettin ?’’ Sesim artık iyice kısılmıştı bağıramıyordum. Babam bağıracak gücümü, ses tellerimin titreşimini bile elimden aldı.
İçeri girince sağ elimi kelepçeden çözdüler. Boşta kalan halkasını arabada bana müdahale edemeyen polis kendi bileğine taktı. Beni döven polis abisi emretmişti. ‘’-Bu hıyarı serbest bırakma yine krize falan girer zorluk çıkarır’’ diye uyarmıştı onu. Sırayla on parmağımın da izlerini aldılar. Sonra yine sol kolumda kelepçe diğer halkası da polisin kolunda bir sürü kağıtlar imzalattılar. Sorgu odasına dahi almadılar beni. Küçük bir ofis gibi yerde sivil kıyafetli ve aşırı kızgın bir polis oradaki sandalyelere oturmama dahi müsaade etmeden beni ayakta tek bir soru ile sorguladı:
‘’-Cumartesi gecesi Selin ile bardan çıkıp onun evinde takılmaya gittiniz. Sonra orada önce tokat atarak ardından da kemerinle vücudunun gelişi güzel her yerine durmaksızın vurarak Selin Durak’ı darp ettin mi ?’’
Ağlayarak ve zor nefes alarak sadece
‘’-Evet’’ diyebildim.
‘’-Yazın bunun ifadesini sonra da imzalatın atın nezarete yarın mahkemeye sevk edilir.’’
Sorgumun bu kadar kısa ve basit sürmesinin sebebini ifademi yazan polisten öğrendim. Selin’e orantısız güç dolu attığım her tokat yüzünde öyle izler bırakmış ki benim parmak izimi rahat rahat alabilmişler. E tabi bir de sorulan tek soruya olumlu cevap verip suçumu kabul etmemin de etkisi var. İfademi imzaladıktan sonra üzerimde sadece pantolonum ve tişörtüm kalacak şekilde her şeyimi aldılar. Hırkamın cebinden minik bir torbanın içinde beyaz bir toz çıktı. Polislerin uyuşturucu sandığı dün sabahtan kalma pudra şekerini anımsadım hemen. Atmaya kıyamamıştım. Onun pudra şekeri olduğunu kendileri tadına bakana kadar anlatamadım. Az kalsın uyuşturucu bulundurmaktan da işlem başlatacaklardı. Ayakkabımın bağcıklarını aldıkları için yürürken ayağımdan çıkıyordu. Nezarete girince bana refakat eden polis kelepçelerimi çıkarıp bir şey demeden kapıdan çıktı gitti. Benden başka kimse yoktu. Nöbetçi polis kapının dışında bekliyordu. Bir şey olursa seslenince gelirmiş. Bir sigara yakamadım. Babam şimdi neredeydi acaba? Bir sigara daha yakamadım. Ezgi ne yapmıştı ki benden sonra? Bir sigara daha yakamadım. Yolda gelirken polis beni iyi dövmüş ki sanırım her yerim ağrıyor en iyisi biraz yatayım. Zaten uzun bir süre sigara yakamayacağım. Sert tahtanın üzerine uzanır uzanmaz babamın öldüğü gece geldi aklıma. Annem vicdan azabı çektiği için ben büyüyünceye kadar o geceye dair hiç bir şeyi anlatmamıştı bana. Ben büyüyüp yetişkin bir insan olunca da bütün sırrını açıkladı. O zamanlar anne oğul aynı günaha ortak olduğumuz için günlerce uyuyamamış, birbirimizle konuşmamıştık bile. Daha yeni okulu bitirmiş işe başlamıştım. Hayatımı kuracaktım. Annemi de kaybedemezdim. Sırrını ondan daha iyi saklamam gerekiyordu o yüzden. Ortaokula gidiyordum. Bir gece babam yine zil zurna sarhoş eve gelmişti. Dün gibi hatırladığım tek kötü anımdı o gece. Aklımdan da hiç çıkmaz. Hiç yoktan sebepten anneme saldırdı babam, dövmeye başladı. Dayanamayıp araya girdim. Bana sadece bir tane vurdu, yetti de. Yere yığılıp kaldım kalkamadım. Annemi kendinden geçene kadar dövdü. Sonra dolaptan dünden kalan rakısını aldı. Annemin ve benim perişan halimize tiksinerek bakıp rakısını içti. İkimiz de yerimizden hareket edemedik. Babam kalkıp odaya gidince annem yanıma geldi. İyi olduğumu görünce ağlayarak beni yatağıma yatırdı. Bundan sonrasını annem vicdan azabından bir nebze olur da kurtulurum diye bana büyüyünce anlattı. Babam gece kalkıp annemden su istemiş. Annem mutfakta suyuna on tane Novalgine tableti ezip koymuş. Sürekli alkol içen adam suyun bile tadını alamaz ya, babam lıkır lıkır içmiş koca bir bardak suyu. Sabah annem yalancı bir bağırtı bir ağıt kopardı. Önce tüm mahalleyi, sonra polisi, ambulansı topladı eve. Babamı ceset torbasına koyup evden çıkardılar. Babam son kez evden çıktı. O günden beridir hep bizi dövdükten sonra oturup rakısını içip bize tiksinerek baktığı sahne kaldı gözümün önünde. Babamı asla başka şekilde hatırlamıyorum. Annem bana bunu anlatınca hiçbir duygu belirtisi göstermemiştim. ‘’-Peki nasıl senden şüphelenmediler bu zamana kadar?’’ diye sormuştum sadece. Polis annemi sorgulamış. Annem babamın gecenin bir yarısı eve sarhoş geldiğini, başının çok ağrıdığını ve evin içinde ağrı kesici aradığını söylemiş polislere. Ben alkollüsün ilaç içme dedim diye de beni dövdü demiş birde üstüne. Polisler annemin ifadesini doğru bulup dosyayı öyle kapatmışlar. Küçüklüğümden büyüyene kadar annem bana belki milyonlarca hatta milyarlarca defa ‘’-Tarık’ım, oğlum, sen büyüyünce sakın alkol içme. Yoksa baban gibi biri olursun sen de.’’ deyip durdu. Üniversitede hem harçlık çıkarmak için hem de anneme yük olmamak için hafta sonları barlarda çalışmaya başlamıştım. Hayatımda ilk biramı orada içmiştim. Annem aynı lafları o zamanlar telefonda konuşurken de söyleyip dururdu. Her söylediğinde içimde biraz daha acı bir baba figürü oluşurdu. O zamanlardan sonra artık vücudumun, özellikle de beynimin tamamı, ben Tarık Yazgı’ ya ait değil de babam Salih Yazgı’ ya ait oluyordu. Her zaman olduğu gibi, bunların hepsi bu defa sidik kokusunun insanın burnunu alev alev yaktığı bu nezarette aklıma gelmişti. Tek bir fark vardı, bu defa babam hiç bir şekilde kendini göstermedi. Hala kafamda bir tane cevaplayamadığım soru vardı. Acaba Ezgi ne yapmıştı. Sabah sert tahtanın üstünde her tarafım daha da çok ağrıyarak uyandım. Uyanmamı bekliyormuş gibi polisler içeri girdi. Arkalarında da Ezgi’nin kuzeni elleri kelepçeli şekilde içeri girdi. Birbirimizi görünce o benden daha çok şaşırdı. Polisler Emre’nin kelepçelerini çözüp nezarete yanıma attılar. Ardından da:
‘’- Al sana arkadaş getirdik. Sabaha kadar sıkılmışsındır, ama çokta birbirinize alışmayın. Senin öğleden sonra mahkemen var. Oradan da cezaevine sevk edileceksin.’’ deyip gülerek çıkıp gittiler. Emre demir parmaklılara yaslanıp bana doğru mahcup ve üzgün bir şekilde baktı. Bunu anlayınca da hemen lafa girdim:
‘’-Merak etme Emre sizin işiniz yüzünden burada değilim, başka bir davam var benim o yüzden aldılar beni’’ dedim. Az önce beni gördüğünden daha çok şaşırdı. Hafif kekeleyerek lafa girdi.
‘’- Zaten seni burada görünce şaşırdım. Adın hiç geçmedi. Beni de bırakacaklar zaten, prosedür gereği bir gece kalacağım. Ellerinde beni suçlayacak delil yok. Sadece Ezgi’nin evini satmasına yardımcı oldum.’’
‘’-Şimdi nerede Ezgi? Abisi kurtuldu mu? ‘’
‘’- Kurtuldu domuz kurtuldu, Ezgi çok uzaklarda ama.’’ Gözünden iki damla yaş süzüldü usulca.
‘’-Ne oldu Emre? Ezgi’ye ne oldu ?’’ Ağlamaklı bir ses ile
‘’-Öldü ‘’ dedi.
Şimdi de benim sesim çatallaştı
‘’ Nasıl oldu? Nasıl öldü? Kim öldürdü?’’ Ağlamaklı sesi ile anlatmaya başladı:
‘’-Senin getirdiğin parayı Ezgi mafyaya vermiş. Tuncay’ın ameliyatı hemen başlamış. Fakat para eksik. Ameliyat bitmeden geri kalanını da getirmesini söylemişler. Ezgi götürememiş parayı, Tuncay’ın ameliyatı iyi geçmiş. Gizli bir yere yerleştirmişler. Bu defa mafya Ezgi’yi kaçırmış. Paralarının geri kalanını istemişler. Ezgi’yi alırlarken polisler de onları takip etmiş. Ezgi’nin de olduğu depoya baskın düzenlemişler. Çatışmada mafyanın patronu Ezgi’ye:
’’Bizi polise sattın demek!’’ diye öfke ile kızı kalbine tek el ateş edip öldürmüş. Herifin kendisi de polis tarafından ayağından vurularak yaralanmış. Kapının önünde eşyalarımı alırken polisler anlattı her şeyi. Adam hastanede sorgulanmış, Tuncay’ı sakladığı yeri söylemiş. Polisler bizimkini orada bulamamışlar. Adam da polisler de nerede olduğunu bilmiyorlar. Ezgi kaçırmış olabilir diye tahmin ediyorum. Fakat nerede, ben de bilmiyorum. Sorgumda da bunu söyledim. Şimdi Ezgi’nin çevresine, muhtemel gideceği yerlere bakıyorlardır. Yakalansın Tuncay iti, gül gibi kızın hayatı ile oynadı. Hepsinden ziyade Tuncay’a nakledilen kalp, Adana’dan, Mersin’de bir özel hastanede yatan on altı yaşında bir kız için geliyormuş. Mafya bu organı daha Adana’da ki hastanedeyken çalmış. Hasta olan kızın babası Çukurova’nın sayılı zengin iş adamalarındanmış. Yer gök dedirtmiyor , her yerde adamlarına Tuncay’ı aratıyormuş. Bizimki dua etsin de onu önce polisler yakalasın. Yoksa bu adam o kalbi ondan elleriyle söküp alır.’’
Bütün bu hikayeyi bir solukta anlatmasının ardından, aklımda bir tek Ezgi’nin artık olmadığı gerçeği kaldı. Umarım o adam Tuncay’ı bulur da kızını kurtarır. İçimden bu temennileri dilerken Emre yine sessizliği bozdu:
‘’-Kıssadan hisse Tuncay kayıp’’ dedi. Acı bir sırıtışla karşılık vererek,
‘’-Kalpte kayıp o zaman’’ dedim. Ardından sigarayı bırakmaya karar verdim…
-Mehmet Salih Deniz