“Artık yalnız iki çocukluya bir ikramiye!”
Bu cümle, tüm işçilerin masalarında ağızdan ağıza büyüyerek ve etrafı zehirleyerek geziyordu. Her kurban bayramında çocuklu işçilere karşılıksız ikramiyelerini veren fabrikanın yönetimi, bu bayramda ikiden fazla çocuğu olana ikramiye vermeyeceğini duyurmuştu. İçten içe şükreden bir iki çocuklu genç babalar dışarıya vah vah diyor, evinde doyuracak belki beş belki on boğaz olan yaşça büyük olanlar ise işçi kahvesindeki gürültünün mimarı oluyorlardı. Tüm bu velvele havayı kaplarken, İbrahim yüzünde hep olan o şaşkın bakışı ile etrafı tarıyor ve içinden adeta bir dua ve de yakarış gibi tekrarlıyordu, ama benim tam üç çocuğum var diye.
Gün ilerledi, gürültü susmadı, İbrahim’in evine dönme vakti geldi. Yola koyulmuş evine dönerken kalbi sıkışıyordu İbrahim’in. Çöktü çökecek damlarını bayram ertesi tamir ettirmesi ve yağmuru bol olacak Çukurova kışına sağlam bir damla girmesi gerekiyordu, borçlanıp çimentoları ve demirleri almıştı bile. Bayram ikramiyesi ile borcunu ödeyecek, iki abisi ve babasıyla damı yeniden inşaa edeceklerdi. Borcunu ödemenin yolu da, yıllardır ailedeki tüm erkeklerle beraber çalıştığı fabrikanın ona vereceği ikramiyeydi. Toptancıya borcunu ödeyecekti, belki de artan azıcık parayla bir de boya alabilirdi, öyle hayal etmişti. Ama İbrahim’in tam üç çocuğu vardı. Gömleğini üstüne ikinci bir deri gibi yapıştıran teri tüm vücuduna akıyor, akşam güneşi düşmanca yakıyor, yerdeki toz gözüne girip onu kör etmek istiyor, artık dünya ona olan düşmanlığını saklamıyor gibi hissediyordu İbrahim. Bir çözüm, bir çıkar yol bulabilmek için pek de içten inanmadığı allahına dua ediyor, yerde sanki ihtiyacı olacak parayı bulabilecekmiş gibi kafasını yerden kaldırmadan yürüyordu. Evine varırken girişteki inşaat malzemeleri vicdan azabı gibi karşısında duruyor, üç oğlu da etrafta koşturuyordu.
Bir yol bulmalı diye düşünüp duruyordu İbrahim. Ömürlük evlerinin tamiri olmadan yaşayamazlardı, bakması gereken bir ailesi vardı İbrahim’in. Ne vardı ki ona da ikramiye verseler sanki, yarın sabah tekrar bir haber yollasalar da yok biz vazgeçtik, üç çocukluya da vereceğiz deseler, ne güzel olurdu. Ama biliyordu İbrahim ki bir kez denen laf geri alınmazdı, bir yol bulmalıydı, kendi sorunumu erkek gibi çözmeliyim diye düşündü. Sert ve iş bitirici bir babayla büyümüştü, kendi çocukluğunda babasının böyle bir başarısızlık yaşadığını hiç hatırlamıyordu. Reisi olduğu aileye bakmak zorundaydı, evi düzelteceğine de söz vermişti. Ailesini düşündü, karısını ve üç oğlunu. Tam üç oğul. Babalarına saygı duyarlar, pek konuşmazlar, kendi aralarında oynarlardı bu üç oğlan. Büyüyüp babaları gibi fabrikaya girecekler, bir kız bulup evlenecekler, onların da kendi evleri olacaktı. Akşam boyu evde İbrahim ayrı bir gözle izledi oğullarını, bir yol bulmalı diye. Tam üç oğul, üçü birbirine benzer oğul, biri olmasaydı ikramiyeyi alacağını öfkeyle düşündüren tam üç oğul.
İçki içmezdi İbrahim, kumar oynayacak yeri bilmezdi, cumaları tüm işçilerle namaza giderdi. Günahı yok gibiydi İbrahim’in, sevabı da yoktu esasında. Günahsız ve sevapsız, sert köşeleri ve net ayrımları olmayan kararlarla yaşadığı bir hayatı vardı İbrahim’in. Yapması gereken şeyleri ağır aksak da olsa yapar, olması gerektiği gibi sürdürürdü işlerini. Şimdi ise içinde bir kıvılcım vardı sanki, ilk kez bir karar alacaktı, ilk kez sormadan soruşturmadan atacaktı adımını.
İbrahim’in tam üç oğlu vardı. Birinden kurtulacaktı İbrahim.
İki yeğeni tifodan, bir arkadaşının kızı ise boğularak ölmüştü. Hepsi çok üzmüştü ana babalarını ama çocuğu öldü diye bitip gitmemişti kimse. Çocuklar doğar çocuklar ölürdü Çukurova’da. Belki kaza kurşunu belki bir kaza, belki hastalık belki zehirli bir ot, arayana nice sebep vardı toprağa giren çocuklar için. Belki tam şimdi, bir oğlumun kalbi duruverir diye düşündü İbrahim. Her şey nasıl da kolaylaşırdı hepsi için. Beklenmedik bir çocuk ölümü belki de muskaya ya da allahın lanetine yorulurdu, ama aşılırdı. Bunu düşünerek, keşke duruverse kalbi diye dik dik baktı en büyük oğluna. Babasının bakışlarını yakalayan büyük oğlan, bir şey mi istersen baba diye sordu. İbrahim belli belirsiz bir homurtu çıkardı. Akşam sürdü gitti.
Sabah kalktı İbrahim gece yattığı huzursuz uykudan. Yattığı odanın tavanındaki parmak girecek çatlaklardan sızan güneş havada tozları aydınlattı. İbrahim kalktı hazırlandı ve tekrardan içinden geçirdi, bir yol bulmalı. Gece düşünmüş, dualar etmiş, her şeyi gözden geçirmişti.
En küçük oğlu, İshak, gitmeliydi.
Küçük İshak’ın ölümü karısını çok üzecekti, annesi İshak’ı bir başka severdi. Ama bu küçük adam ne para kazanabiliyordu ne de bir yeteneği varmış gibi duruyordu. Ortanca oğlu, İshak’ın yaşlardayken tahtaları birleştirip oyunlar oynardı. Biraz büyüyünce marangozun yanında çalışmaya başladı ortanca, eve para getirir oldu. En büyük oğlanın kafası ticarete çalışırdı, merkezdeki bakkaldan toptan aldığı sakızları sınıf arkadaşlarına pahalıdan satardı, parayla da eve karpuzlar ve kavunlar alıp gelirdi. Şimdi bir tütün dükkanında çalışıyordu en büyük oğlu, eve para getiriyordu. Ama İshak, küçük İshak, yalnızca fazladan bir boğazdı, eli iş tutmuyordu. İbrahim kararında netti, İshak gitmeliydi.
İbrahim çıktı hazırlanıp çıktı evinden. Merkeze gidip, çıtır çıtır karakuş tatlıları alacaktı. Boğazına düşkün İshak yılbaşında babasından hep bu tatlılardan isterdi. Çeşit çeşit Adana tatlılarının içinde en sevdiği karakuştu, İbrahim de oğlu sevinsin diye bir tane alıp getirirdi her yılbaşında. Bu sefer tatlı, İshak’a sürpriz olacaktı.
Kızartılmış hamurun arasından gözüken cevizleri ve parlayan şekerli şerbetiyle karakuşu buldu İbrahim tatlıcıda. Kara cüzdanındaki son parayı çıkardı, zaten bayram sonu ikramiyeyi alınca para bir süre dert olmayacaktı. Son parasıyla bir kilo karakuş aldı. Tatlıcı çocuk kutlama mı var abi diyince, gülümseyip başını eğdi İbrahim. Bir kutu tatlıyı alıp evine geri yollandı İbrahim, bir an önce halletmeli, bir yolunu bulmalı diye düşündü.
Bir tarım ilacı fabrikasında çalışırdı İbrahim. Haşerat ve her türlü bela için üretirlerdi ilaçları, her şehre dağılırdı paketledikleri ilaçlar. Taşıma kamyonunda sızdıran ilaçların, şoförlerin erzağına karışıp şoförleri zehirlediğini çok duymuşlardı, sıkı sıkı paketlerlerdi o yüzden ilaçları. Minicik bir temas bile yoğun göğüs ağrılarına, mide bulantılarına sebep olurdu. Kafasına o ilaçları diken zavallı yeni gelin kızları da duymuştu İbrahim, oracıkta ölüvermek uğruna içilen o tarım ilaçları bunalımdaki kızların kurtuluşu olmuştu. Kendi paketlediği ilaçlardan İbrahim de eve getirirdi, bir gün bir şey ekince kullanmak için saklardı. İşte bugün, o ilaçların kullanılma günüydü.
Ortancayla büyük oğlan çalışmaya çıkmış, karısı nerede bilmiyordu. Ama İshak’ın damda oyun oynadığını gördü İbrahim. Daha öğlen vurmadığında dam gölgeydi, İshak tek başına oyun kurmuştu. Oğluna bağırdı İbrahim, dam sağlam değil başına bir şey gelecek diye, İshak korkuyla alt kata iniverdi. İçinden küfretti İbrahim, keşke dam çökseydi diye. Her şey nasıl da kolaylaşırdı hepsi için. Çıtır çıtır karakuş dolu kutuyu sallaya sallaya eve girdi İbrahim. Girişteki alet edevatların yanından tarım ilacını aldı, mutfağa geçti. Tüm karakuşların üstünde tek tek gezdirdi şişeyi. Hiçbir şey anlaşılmıyordu, yalnızca sert bir koku vardı. Ancak en son 6 ay önce bu tatlıyı yemiş olan İshak kokuyu umursamazdı. Umursasa bile babasına bu kokuyor diyecek gücü yoktu küçük İshak’ın. Teşekkür edecek, bacağına sarılacak, en sevdiği tatlıyı yiyecekti. İlacı musluğun altına atıverdi, oğlu kendisi açsın diye tatlıların kutusunu tekrardan kapattı.
Her şey istediği gibi giderken duyduğu kapı sesiyle içinde tuhaf bir his oluştu İbrahim’in. Sanki bir bela geliyordu, ayak sesleri çok tanıdıktı. Arkasını dönünce, babasını gördü, gülümsedi. Cümleler ağzından çıkarken küçüldüğünü hissetti İbrahim. Babasının elini öptü. Havadan sudan bir iki cümle konuştular. Yol üstü geçerken kontrol etmeye geldiğini söyledi babası. Büyük oğlanların evde olmadığını öğrenince küçük İshak’a seslendi dedesi, güneş yakmaya başlamadan çık da dışarıda oyna diye. Tamam dede demekten başka çaresi olmayan İshak’ın ayak seslerini duydu baba oğul. Evden çıkıp gitti İshak, tek başına sokakta oynamaya.
Genç yaşından itibaren babasından hep çekinen İbrahim, bu baş başa kalıştan panikledi. Damı hala tamir ettiremediği için yiyeceği azarı, iş bulamadığı için babasının kendi çalıştığı fabrikaya onu aldırmasıyla ilgili hikayeyi duyunca bir kez daha kırılacak onurunu, düzgün bir araba alamadığı için kendisiyle geçilecek dalgayı, abileri gibi geniş bir çevresi olamadığı için bıyık altından atılacak gülüşü düşününce bile terlemeye başladı İbrahim. Babası kendisine adım adım yaklaşırken kulakları uğuldamaya başladı. Babasının ağzından dökülen cümleler ise İbrahim aklını kaybediyor gibi hissetti.
“İbrahim, benim o ikramiyeye ihtiyacım var. Ama, benim tam üç çocuğum var.”
Tıslar gibi çıkan bu sözlerin arından, İbrahim göğsüne saplanan bıçağa bakakaldı. Ağzını açıp bir şey diyecek gibi olunca dudaklarından akan kan boynundan vücuduna dökülmeye başladı, aldığı son nefesler genzinde artık bakır tadı bırakıyordu. Dizlerinin bağı çözüldü İbrahim’in, babasına korkuyla bakarak yerdeki kürt halısının üstünde öksürerek ve anlaşılmayan sesler çıkararak tüm kanını kaybetti.
En küçük oğlunun ölümünü izleyen yaşlı adam, sağa sola olan borcunu artık ikramiyesi ile ödeyecebilecekti. Bir düşman veyahut bir hırsız esrarkeş öldürüverdi diyecekti küçük oğlunu, kim bir işçinin peşine düşerdi ki zaten. Kimseye yakalanmadan hallettiği için üstüne çöken kibir ile, masada duran çıtır çıtır karakuşları görünce gözleri parladı. Torununun en sevdiği tatlı olduğunu biliyordu ama babasını bulunca tatlı yemeğe vakti mi olacaktı çocuğun sanki diye aklından geçirdi. Tatlıların kutusunu kucağına alıp dama çıkıp oturdu yaşlı adam. Çıtır çıtır karakuşları yemeye başladı, bir tuhaf koku vardı üstünde, kandan herhalde dedi. Yedikçe yedi. Tüm kutuyu bitirip, boş poşetle beraber damdan atıverdi.
Merdivenden inerken tuhaf bir öksürük geldi genzine. Yıllarca içmiş olan adam, öksürük krizlerine alışıktı, bir su içse geçerdi. Mutfağa geri girdi. Oğlunun kanına basmamaya çalışarak kendine su doldurmaya başlarken, ömründe hiç görmediği türden bir mide bulantısı bedenini kapladı. Elinde su dolu bardağıyla, dizleri titreyerek yere yıkıldı. Kontrolsüzce kusmaya başladı, sanki ciğerleri sökülüyor, kemikleri çekiliyor, gözleri patlayacak gibi oluyordu. Kustukça kusuyordu, bir noktada boğazından gelen bu dermanı ve duru olmayan facia kırmızı akmaya başladı. Oğlunun kanıyla karıştı, adeta ruhunu ve canını da kustu yaşlı adam.
Oğlunun cesedi yanında uzanıyordu bedeni artık. Çıtır çıtır karakuşlardan geriye ise hiçbir şey kalmamıştı.